23 Aralık 2014 Salı

Lobicilik ,Ermeni Lobiciliği

Lobicilik ,Ermeni Lobiciliği

KAMİL TARHAN  
Selçuk Üniversitesi ,Uluslararası İlişkiler
Lobicilik insanlar tarafından önceleri; yasadışı, elit, gizli ve etik olmayan bir meslek olarak algılanan bir kavramdı. Fakat günümüz gelişmiş dünyasında lobicilik çok önemli bir yerde olup, gün geçtikçe de etkinliği bir hayli artan yasal bir meslektir. Bunun ise en güzel örneğini ABD Kongresi’nin lobiciliğin düzenlenmesiyle ilgili olarak çıkarmış olduğu dört önemli yasa ile görmekteyiz. Bunlardan en önemlileri; ‘Yabancı Temsilciler Yasası 1938 ‘ ve ‘1946 Federal Lobi Yasası’dır’.
Lobicilik genel olarak; yasanın, normun düzenlenmesi, uygulanması ve kamu gücünün tüm karar ve mekanizmalarını dolaylı veya doğrudan etkilemeye çalışmak veyahut siyasetçiler ve siyasilerin aldıkları veya alacakları kararı kendi menfaat ve istekleri doğrultusunda değiştirmeye yönelik yaptıkları faaliyettir. Çok önemli bir stratejik güç olarak kullanılmaktadır. Bu faaliyetlerini gerçekleştirmek için: dergi, gazete, kitap, sinema, müzik, televizyon vb. araçları kullanır. Lobicilik faaliyetleri lobici dediğimiz grup veya kişiler tarafından yürütülmektedir. Lobicilik faaliyetlerinin oluşmasındaki temel amaç ülkelerin kendi çıkarlarıdır.
Lobicilik faaliyetleri ilk olarak ABD’de Cumhuriyetin benimsendiği dönemlerde ortaya çıkmış ve şu an dünyada en iyi şekilde ABD’de kullanılmaktadır. ABD üniversitelerinde, devletler ile özel girişimler arasındaki ilişkiyi doktora düzeyinde ele alan bir meslek eğitimi olarak verilmektedir.
Şu an dünyada birçok etkin lobi grupları vardır. Fakat bilindiği gibi bunlardan en etkin olarak faaliyet gösteren lobi ise Ermeni Lobisi’dir. Ermeni Lobiciliği, Ermenilerin 20.YY başlarında Amerika’ya ve diğer ülkelere göç etmesiyle başlamış ve her geçen gün etki alanını ve statüsünü arttırmıştır. Kurdukları Ermeni Üniversitelerinde öncelikle ‘Ermeni Tarihi ve Ermeni Dili Kürsüsü’ oluşturarak, kendi kültürlerini yaşatmaya çalışmış ve lobicilik faaliyetlerini geliştirmişlerdir.
Ermeni Lobisi’nin temel amacı sözde soykırım iddiası ve bu iddialarını dünya kamuoyuna kabul ettirip, bir Türkiye karşıtlığı oluşturmaktır. Lobicilik faaliyetlerinin tamamen bu iddia üzerinde şekillendiği görülmektedir. Bunun için birçok ülkede aktif bir şekilde siyasetçiler ve siyasi mekanizmalara kendi tarihini anlatıp, kendi haklılığını savunarak onları ikna etmeye çalışmaktadırlar. Bu faaliyetlerinde, şu ana kadar bir nebze başarılı olmuşlar diyebiliriz. Şu an 15 ülkenin bu sözde soykırım iddialarını tanımasını sağlamışlardır. Bunun diğer ülkelerde de tanınması ve meclislerden geçmesi için 26.000 adet kitap, dergi, gazete yayımlanmıştır. Bunlarda çoğunlukla göç hikayeleri, bu sırada yaşadıkları ve Türk karşıtlığı ele alınmıştır. Bunların ne kadar etkili olduğunu, ABD başkanı Barack Obama’nın seçim vaatlerinde soykırım iddialarını kabul edeceğini belirtmesi ile anlayabiliriz.
Ermeni Lobisi’nin bütün faaliyetlerindeki temel ve asıl amaçları, kendi tarihlerini bir soykırım iddiası etrafında toplayıp bunu dünya kamuoyuna kabul ettirmeye çalışmalarıdır. Bu faaliyetlerini en iyi şekilde kullandıkları ülke Amerika Birleşik Devletleri’dir. Burada bir Türk karşıtlığı oluşturmak, Türkiye’nin imajını yok etmek, ABD ile Türkiye arasındaki ilişkileri kötüye doğru itmek için sosyal, siyasi ve ekonomik alanda bütün kuruluşları gerek ikna yoluyla, gerekse cemaat olarak yardım yoluyla etkilemeye çalışmaktadırlar. Kimi zaman ise diğer lobiler ile birlikte çalışmışlardır, 1975 yılında gerçekleşen bir olay ise bunu kanıtlayıcı nitelik taşımaktadır. ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosunda, Yunanlıları destekleyen yayımlar yapmışlar ve onları desteklediklerini açıkça ifade etmişlerdir.
Ermeni Lobisi, tabiri caizse fırsatını buldukları her an ve her yerde sözde soykırım iddialarını devamlı ortaya sürmüşlerdir.30 Nisan 1981 yılında ABD Yahudi Soykırımını Anma Konseyi toplantısında bile, Yahudi’lere yapılan soykırımı kendilerine uygulanan Tehcir meselesi ile aynı kefeye koyarak, bu iddialarını konsey programına dahil ettirmişlerdir.24 Nisan 1985 tarihinde ise, kabul ettikleri şehitleri anma gününü tüm dünyaya ifade etmişler ve her 24 Nisan’ı geleneksel bir şekilde şehitleri anma programlarıyla geçirmişlerdir. Diğer bir yandan oluşturdukları gençlik kuruluşları ile kendi tarihlerini gençlere aktararak onlarda bir milli irade uyandırmaya çalışmakta ve Türk karşıtlığı aşılamaktalar. Bunun yanı sıra Birleşmiş Milletler’de, ABD Yahudi Soykırımı’nı Anma Konseyi’nde sözde soykırım iddialarının kabulünü sağlayarak ABD kamuoyunu etkilemek; bununla Türkiye üzerinde bir baskı kurarak iddiaların kabulünü sağlamak ve bir tazminat almak için uğraşmışlardır.
Buradan da dünyanın en etkili lobilerinden biri olan Ermeni Lobisi’nin çok etkin ve başarılı bir şekilde çalışmış ve çalışmakta olduğunu görüyoruz. Amaçlarını genel olarak tehcir meselesi etrafında toplayıp dünya kamuoyuna sunmaktadırlar. Bu faaliyetlerinde bir nebze başarılı olmuşlar diyebiliriz.
BAYRAMOĞLU, M. (1985). Amerika Birleşik Devletlerinde Lobi Faaliyetleri. Ankara .
DİNÇER, M. K. (1998). Lobicilik. İzmir.
FARNEL, F. J. Lobicilik Müdahale Stratejileri ve Teknikleri.
YILMAZ, T. (tarih yok). Stratejik Güç; Lobicilik.

19 Aralık 2014 Cuma



Mehmet Akif Okur


Türkiye’de milliyetçilik, geniş bir sosyolojik havzada ciddi düzeyde karşılığa sahip. Bu durumun beraberinde getirdiği çeşitlilik dikkate alındığında milliyetçilerin süreç karşısındaki tavırlarını bütüne şamil olacak biçimde değerlendirmenin bazı zorlukları var. Yine de, ana gövdenin yaklaşımlarını esas alarak milliyetçilerin sürece bakışını ele almak mümkün.
Milliyetçilerin “Kürt sorunu” ifadesini benimsemeyişlerinden başlamak gerekirse, bu tutumun sebebini milliyetçiliğin eşit vatandaşlık esasında ülkenin bütününü kucaklama idealinde aramak gerekiyor. Türk milliyetçileri, Türkiye’deki hiçbir etnisiteyi düşman öteki, yahut “sorun” olarak görmüyorlar. Nitekim Kürtler, siyasette ve sivil toplumda kendisini milliyetçilikle ilişkilendiren çok sayıda örgütlenmenin her kademesinde yer alageldiler. “Kürt sorunu” ifadesini benimsemeyen milliyetçiler, Kürtler'in sorunları ile ise yakından ilgililer. PKK’yı da sorun listesinin ilk sırasına yerleştiriyorlar...
Milliyetçilerin PKK karşısındaki reflekslerini etnik husumet değil, birliğin bozulması, yani çözülme kaygısı belirliyor. Sürecin de bırakın birliği tesis etmeyi, çözülmeyi hızlandırdığı kanaatindeler.
Milliyetçiliğin temel korkusu, Türkiye’nin rakip etnisitelerin kavga ettiği bir çatışma coğrafyasına dönüşmesi. “Geniş kimlik” olarak Türklüğün, muhtelif etnisitelerin kendilerine özgü renklerini koruyarak içinde var olabilecekleri bir kültürel ve hukuki çerçeve işlevi gördüğüne/görebileceğine inanıyorlar. Sürece de sadece PKK terör örgütünün kanlı tarihiyle ilgili hafıza sebebiyle değil, Türklüğün etnik sınırlara çekilmeye zorlanması suretiyle geniş kimliğin gerçekçi bulmadıkları yeni çatı arayışları adına tasfiye edilmesi projesi olarak baktıkları için muhalefet ediyorlar.
Milliyetçilere göre; Ortadoğu’da yanıbaşımızdaki güncel örnekler de, etnik esaslarda örgütlenmenin demokrasinin serpilebilmesi için elzem olan müşterek zeminleri nasıl hızla tahrip ettiğini, ardından da çatışma ve bölünme süreçlerini tetiklediğini hatırlatarak bu korkunun hiç de yersiz sayılamayacağını gösteriyor. Milliyetçilerin PKK karşısındaki reflekslerini etnik husumet değil, birliğin bozulması, yani çözülme kaygısı belirliyor. Sürecin de bırakın birliği tesis etmeyi, çözülmeyi hızlandırdığı kanaatindeler.
Türk milliyetçileri, sürecin toplumsal dokumuz üzerindeki tesirlerinin ölçülmesine imkân veren ampirik çalışmalarda meseleye niçin “Kürt sorunu” denilmediğini ve çözülme kaygısının boyutlarını somut olarak açıklayan işaretler görüyorlar. Bir örnek vermek gerekirse, Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Enstitüsü’nün desteğiyle Prof. Dr. Hakan Yılmaz’ın yürüttüğü Eylül 2014 tarihli araştırmanın sonuçlarına göre ülkemizde: “...Kürtçe bilenler kimlik hiyerarşisinin en tepesine Türk milletine mensup olmayı” koyuyorlar. Ancak Yılmaz, elde ettiği bulguları 2010’da yaptığı benzer nitelikteki bir başka araştırma ile kıyaslayarak dikkat edilmesi gereken önemli bir eğilime de işaret ediyor.
Araştırmaya göre, ülkemizde “Türkçe ana dilimdir” diyenlerin oranı yüzde 93. Bununla birlikte vatandaşlarımızın yaklaşık yüzde 30’u, Türk dili/kültüründen başka bir etnik dile/kültüre de sahip olduklarını söylüyor. 2010 ve 2014’te yapılan araştırmalarla kıyaslandığında bu yüzde 30’luk kitlenin “çözülme” diye ifade ettiğimiz dönüşüm dinamiğinden etkilendiğini görüyoruz. Farklı bir etnik dili/kültürü olsa da, hayatında ilk sırada Türk dili ve kültürünün geldiğini söyleyenlerin oranı 2010’da yüzde 20 iken 2014’te yüzde 14’e geriliyor. Etnik kültürünü birinci, Türk kültürünü ikinci sıraya koyanlar yüzde 8’den yüzde 10’a çıkıyor. Türk dili ve kültürü ile bir bağları olmadığını ve sadece kendi etnik dil ve kültürleri içerisinde yaşadıklarını ifade edenler ise 2010’da sadece yüzde 2 iken 2014’te yüzde 6’ya yükseliyor.
Milliyetçilerin itiraz noktaları
Milliyetçiler, sürecin toplumsal ayrışmayı hızlandırmanın yanı sıra PKK’dan kaynaklanan güvenlik tehdidini de büyüttüğünü düşünüyorlar. PKK, silah bırakmak şöyle dursun kullandığı yöntem ve araçları etkinliğini artıracak biçimde çeşitlendirerek şiddeti sürdürüyor. PKK terörü yüzünden şehitler vermeye devam eden Türkiye’nin terörle mücadeleyi durdurmasıyla örgütün önemli stratejik kazançlar sağladığı, siyasi ve askeri gücünü pekiştirdiği kanaati hâkim. Söz konusu kanaat, süreçte bugüne kadar yaşananların tahliline dayanıyor. Altı çizilen başlıca noktaları şu şekilde sıralamak mümkün:
  • Süreç, yerli/milli bir proje değil. Uluslararası Kriz Grubu’nun Oslo görüşmelerine aracılık ettiğini açıklaması gibi gelişmeler, bu hükmü perçinliyor.
  • Türkiye’nin terörle mücadeleyi durdurması, PKK'nın Suriye’nin kuzeyinde bir hâkimiyet alanı tesis etmesini mümkün kıldı. Bu bölgedeki egemenliği örgütün özgüvenini artırarak Türkiye’ye karşı mücadele azmini perçinledi. PKK, artık belli bir coğrafyayı yönetebileceğine inanıyor, bu doğrultudaki talep ve hedeflerini de geçmişe göre daha erişilebilir kabul ediyor. Ayrıca, Türkiye sınırında yeni bir askeri kapasite inşa eden örgüt, başta ABD olmak üzere önemli küresel oyuncularla diplomatik temas kurma imkânını da kazanmış vaziyette.
  • Militanlarını Türkiye’den çekmeyen PKK, bölgedeki hâkimiyetini pekiştirmek ve sınır çizebilmek için ihtiyaç duyduğu şiddeti üretebileceği basamaklı bir tehdit mekanizmasını yeni yapılanmalarla inşa etti. Örgüt, gençlik kolları aracılığıyla ateşli silahlar da kullanarak yürüttüğü “aktivist” görünümlü şiddet eylemlerine müdahale edilmemesini istiyor. Aksi takdirde Türkiye’ye konuşlu askeri varlığı ile daha geniş çaplı saldırılar düzenleyebileceğini hissettiriyor. Bu tehdidinin etkili oluşu, bölgede kamu düzeninin bozulmasına yol açtı. Nitekim 6-8 Ekim hadiseleri, gidişatın bizi nereye sürüklediğini önümüze koyduğu vahşet manzaralarıyla gösterdi.
Sürecin merkezine terör örgütünün liderini yerleştiren 'Öcalancı yaklaşım', PKK’ya en çok ihtiyaç duyduğu şey olan meşruiyet alanı peşinen açıldıktan sonra terör örgütünün diğer bileşenlerinin kendi başlarına ya da İmralı’yla birlikte alabilecekleri inisiyatifi hesaba katmıyor. 
  • Yaygın medya kampanyaları aracılığıyla PKK’nın teröre başvurma gerekçelerinin makulleştirilmesi ve meşru bir siyasi aktör muamelesi yapılan örgütün Kürtler'in temsilcisi olarak takdimi, bölgedeki geleceğe dair beklentileri değiştiriyor. Örgüte katılımlar artarken PKK=Kürtler retoriği, Türkiye genelinde ayrışma dinamiğini hızlandırıyor. Çatışmanın kamu gücü ile PKK arasında bir güvenlik meselesi hâlinde tarif edildiği dönemde, birliği sağlamak için Kürt komşularına daha sıkı sarılma telkini altındaki kitleler yeni bir durumla karşı karşıyalar. Devlet, bir tehdit ve nefret odağı olarak gördükleri PKK’yla mücadeleden vazgeçerken örgütü de Kürt komşularıyla özdeşleştirmeye, onların sözcüsü saymaya başladı. Uzaktaki mücadelenin sembolik ve hatta fiili olarak mahalleye taşınması korkusunu tetikleyen bu durumun şuuraltlarında yarattığı karmaşa, 6-8 Ekim tipi olaylar iç göç alan şehirlerde de tekrarlanırsa çatışmanın daha fazla toplumsallaşması riskine işaret ediyor.
  • Milliyetçiler, “Kürdistan” retoriğinin desteklenmesi suretiyle Güneydoğu’da PKK’dan uzak duran kesimlere de Barzani’nin adres gösterildiğini düşünüyorlar. Türkiye’nin, kendi vatandaşlarını doğmakta olan sınır komşusu bir başka ulus devlete sadakat duymaları için teşvik etmesi tepkiyle karşılanıyor. Süreç, Kürt etnisitesinden vatandaşların Türkiye’nin geneliyle entegrasyonunu teşvik etmesi icap ederken, etnik ayrılıkçılığın rekabet ediyor gözüken muhtelif renklerinin beraberce güçlenmelerini desteklediği gerekçesiyle eleştiriliyor.
Sürece özetlemeye çalıştıklarım ve benzer başka argümanlarla muhalefet eden milliyetçiler, izlenen politikalarda ısrarın ardında başlangıçtaki irrasyonel varsayımlarla, bazı özel ve siyasi çıkarların yattığını düşünüyorlar. Bunların en önemlilerini de şöyle sıralayabiliriz:
  • Türkiye’ye maddi-manevi büyük zararlar vermiş bir terör örgütünün lideriyle masaya oturulmasının Türk milliyetçilerinde yarattığı infial kamuoyunun malumu. Ancak bu tepki duygusal bir refleksten ibaret değil. Öcalan’ın söylemlerinden hareketle örgüt liderinin görüşlerinin değiştiği, ayrılıkçılıktan vazgeçtiği varsayımı iki açıdan gerçekçi bulunmuyor. Sürecin merkezine terör örgütünün liderini yerleştiren “Öcalancı yaklaşım”, PKK’ya en çok ihtiyaç duyduğu şey olan meşruiyet alanı peşinen açıldıktan sonra terör örgütünün diğer bileşenlerinin kendi başlarına ya da İmralı’yla birlikte alabilecekleri inisiyatifi hesaba katmıyor. Siyaset, bürokrasi, medya ve akademideki Öcalancıların, PKK benzeri yapılardaki davranış kalıpları ile bölgesel ve küresel düzeydeki jeopolitik gelişmeleri göz ardı etme pahasına terör örgütü liderinin hedefleri ve gücüne karşı sorgulama kabul etmez bir güven besledikleri düşünülüyor. Oysa, Öcalan’ın geçmişteki zikzakları, Soğuk Savaş döneminde kurulan Marksist örgütlerin liderlik mekanizmalarına gerektiğinde birbirine ters gözüken politikaları savunabilmek için verdiği ruhsat ve PKK’ya bölgedeki gelişmelerin sunduğu imkânlar gibi faktörler, başta ne söylenirse söylensin örgütün talep çıtasını sürekli yükseltebileceği anlamına geliyor.
  • Hiç değilse 6-8 Ekim olaylarından sonra bu gerçeklerin görülmesi gerekirken 50 kişinin katledildiği hadiseler hiç yaşanılmamış gibi davranılması kızgınlığı artırıyor. Keskin kutuplaşma sebebiyle varlık-yokluk kavgalarının sahnesine dönen siyaset, PKK’ya terörü tırmandırma tehdidiyle inisiyatifi ele alma imkânı veriyor. Bu, “sürece mahkûmiyet” görüntüsü ithamların dozunu yükseltiyor. Siyasetten medyaya kadar uzanan geniş bir yelpazedeki etkinliğiyle “süreç endüstrisi” de eleştirilen diğer adresler arasında bulunuyor.
Süreç alternatifsiz değil
Milliyetçiler, “Sürecin alternatifi daha önce başarısız olan askeri önlemler. Bunlara tekrar başvurulursa Türkiye, Suriye ya da Irak’a döner. Süreci eleştirenler ne öneriyor?” sorularını da şöyle cevaplıyorlar: Yıllardır yürütülen süreçte tarafların ne üzerinde anlaştıklarından, Genelkurmay Başkanlığı gibi güvenlik bürokrasisinin önemli makamları ve sürecin siyasi sorumluluğunu üstlenen iktidar partisi milletvekilleri bile habersiz olduklarını söylüyorlar. Türkiye’nin hâlihazırda yıllardır yürütülmekte olan sürecin gerçek mahiyetini bilmediği bir ortamda, muhaliflerin teferruatlı yol haritalarını tartışmaya açamadıkları için eleştirilmesi, mantıkî bir tutarsızlık sayılıyor.
Milliyetçiler, demokrasiyi derinleştirerek milletin her kesimiyle müzakere, terör örgütüyle ise akıllı mücadele formülünün çözümü getireceği kanaatindeler.
Örgüte destek veren kesimlerin genel nüfusa oranı, Türkiye’nin toplumsal dokusu, devlet kapasitesi ve diğer güç parametreleri veri alınarak terör dozunu artıracak PKK’nın can yaksa da Türkiye’yi Suriye/Irak haline getirmeye kudretinin yetmeyeceği düşünülüyor. Ancak, bu korkuyla devletin kamu düzeninin icaplarını yerine getirmekten geri durmasının ülkemize ağır bedeller ödeteceği kaygısı taşınıyor.
Milliyetçiler, terörle mücadele dönemine ait yanlış/başarısız buldukları politikaları eleştiriyorlar. Ancak, PKK’yla bağlantılı sorunların güvenliğe indirgenemeyeceğini kabul ederken, silahları konuşturmayı sürdüren örgüte etkin güvenlik politikaları olmaksızın silah bıraktırılamayacağına da inanıyorlar. "Millet nedir?" sorusuna verilen önemli cevaplardan biri, pratiklerle her gün yeniden üretilen beraber yaşama iradesidir. Bu yüzden milliyetçiler, demokrasiyi derinleştirerek milletin her kesimiyle müzakere, terör örgütüyle ise akıllı mücadele formülünün çözümü getireceği kanaatindeler. Terörle mücadeleden vazgeçilerek örgütle yürütülen pazarlığın ise PKK’yı güçlendirirken çatışmayı daha şiddetli ve tehlikeli hâlde yeniden başlayacağı bir yarına ertelediğine inanıyorlar.
Meseleyle yakından ilgili milliyetçi aydın muhitlerinde, hukukun evrensel ilkelerini ve yerleşik demokrasilerin kıyaslanabilir örneklerde izledikleri stratejileri gözeten ayrıntılandırılmış çözüm modelleri tartışılmakta olmasına rağmen, bunların kamuoyu ile “henüz” paylaşılmaması hususunda bir tutumun varlığından da söz edilebilir. Bunun temel sebebi olarak ise, Türkiye’de medya üzerinden yürütülen PKK ve bağlantılı meseleler hakkındaki tartışmaların güvenlikleştirilip çerçevelenmiş hâli gösteriliyor. Toplumun ancak süreç başlarken kurulan “askeri yöntemler sorunu çözmüyor” hüküm cümlesinin kamuoyunun etkin kesimleri ve devletteki irade nezdinde “terör örgütüyle mücadelesiz müzakere de sorunu çözmüyor”la yer değiştirdiği noktaya gelindiğinde yeni bir “makul”e kulak vermek için hazır hâle geleceği düşünülüyor. Buradan bakıldığında Türkiye, sürecin alternatifsiz olmadığını daha net şekilde görme fırsatına, şimdikinden farklı yol haritalarının sistemli itibarsızlaştırma kampanyalarından emin olarak tartışılabileceği böyle bir eşik noktasına ulaşıldığında kavuşabilecek...
Doç. Dr. Mehmet Akif Okur, Gazi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi (İİBF) Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. Okur ayrıca Gazi Üniversitesi Ortadoğu ve Orta Asya Araştırma Merkezi (GORAM) Müdürü ve Ankara Strateji Enstitüsü Başkan Yardımcısı'dır. 

18 Aralık 2014 Perşembe

BÖL PARÇALA YÖNET


Prof. Dr. ÇAĞRI ERHAN
Ankara Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
Birinci Dünya Savaşı devam ederken, İngiltere ve Fransa, Devlet-i Aliyye’nin Orta Doğu topraklarını paylaşmak üzere gizli bir anlaşma yaptılar. Britanya adına Mark Sykes’ın, Fransa adına ise George Picot’nun imzalaması sebebiyle söz konusu anlaşma Sykes-Picot Anlaşması olarak anılır. Hâlbuki 1916’da imzalanan ve Rusya’nın da sonradan dâhil olduğu bu belgenin orijinal adı “Küçük Asya Anlaşması”dır. Diğer bir deyişle, henüz savaş sona ermeden Osmanlı topraklarını yağmalamak için ön protokoldür.
Anlaşmaya göre, Irak’taki Bağdat ve Basra bölgesi ile Filistin’deki Akka ve Hayfa limanları Britanya’ya; Adana’dan Musul’a kadar uzanan bölge ve Suriye Fransa’ya; Bitlis, Erzurum, Trabzon ve Van ise Rusya’ya bırakılacaktı. 1917’de gerçekleşen Bolşevik Devrimi sırasında Lenin, Çarlık döneminde imzalanan bu gizli anlaşmayı ifşa etti ve Rusya “yağma protokolünden” çekildi. Ama Britanya ve Fransa bazı değişiklikler yapmakla birlikte göz koydukları topraklardan vazgeçmediler. Nisan 1920’deki San Remo Konferansı’nda alınan kararlar uyarınca, Suriye’de Fransa’nın, Irak’ta ise Britanya’nın mandası altında yeni devletler kurulması, Musul’un Britanya’nın nüfuz alanına sokulması ve bu paylaşımın Osmanlı Devleti’ne zorla kabul ettirilmesi kararlaştırıldı. Nitekim bu düzenleme Sevr Barış Antlaşması hükümleri arasında yer aldı.
Sykes-Picot’dan San Remo’ya gelene kadar Orta Doğu coğrafyasında Britanya iki önemli hamle yaptı.
Birincisi; Büyük Arap Krallığı sözü verdiği Mekke Şerifi Hüseyin’i Haziran 1916’da Devlet-i Aliyye’ye karşı ayaklandırdı. Osmanlı ordusu bu ayaklanma sebebiyle Filistin cephesinde büyük darbe aldı.
İkincisi; Dünya Siyonist Federasyonu başkanı Baron Rotschild’a Kasım 1917’de bir mektup gönderen Britanya Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, Filistin topraklarında “Yahudiler için ulusal yurt kurulmasını, majestelerinin hükümetinin desteklediğini” bildirdi. Bu mektup gönderildiğinde, Filistin cephesine Britanya ve Osmanlı kuvvetleri arasında şiddetli çarpışmalar yaşanmaktaydı. 9 Aralık 1917’de -Yavuz Sultan Selim’in fethinden 401 yıl sonra- Kudüs-i Şerif düştü. Eğer Arap ayaklanması yaşanmamış olsaydı, Müslümanların ilk kıblesi Kudüs’ün etrafındaki Sultan Süleyman burçlarında ay yıldızlı bayrak dalgalanmaya devam edecekti.
Diğer taraftan, kendilerine söz verilene bir an önce kavuşmak isteyen Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal 8 Mart 1920’de Şam’da Suriye Arap Krallığı’nı ilan etti. Kendisi de kral olarak tahta oturdu. Fakat 1916’daki Sykes-Picot anlaşması Suriye’nin, Fransa nüfuz alanı içinde olmasını öngörmekteydi. Nisan 1920’de San Remo’da Britanya ve Fransa, Suriye’nin geleceği konusunda görüş birliğine vardılar. Fransız kuvvetleri 24 Temmuz’da Şam’a girdi. Fransızlar sözde “kral” Faysal’ı Şam’dan kovdu. Bağdat’a giden Faysal, Britanya tarafından Ağustos 1921’de Irak kralı ilan edilecektir.
Fransa, Suriye’yi tam anlamıyla paramparça ederek 6 “devlet” kurdu. Daha sonra bunların bir bölümünü Suriye ile birleştirdi. Lübnan ise ayrı bir devlet haline geldi. Sömürgecilerin altın kuralı “böl ve yönet” ilkesi gereğince Suriye’yi etnik ve mezhebi kompartımanlara ayıran Fransızlar, yıllar sürecek toplumlar arası düşmanlığın da tohumlarını ektiler.
İSRAİL’E KARŞI ÇIKANI SİLDİLER
Şerif Hüseyin ise kendisini çoktan Hicaz Kralı ilan etmişti. 1924’te Türkiye’de halifelik makamının ilga edilmesinden sonra halife unvanını da kullanmaya başlayan “Hicaz Emiri” Hüseyin’in, Filistin’e Yahudilerin yerleşmesine karşı tutumu Britanya’yı rahatsız ediyordu. Londra bu kez Necd Sultanı (Deriye Emiri) Abdülaziz bin Suud’u Şerif Hüseyin’e karşı kışkırttı. Hüseyin Mekke’den çıkartıldı ve 1926’da Necd ve Hicaz Krallığı kuruldu. Bu devlet 1932’de Suudi Arabistan adını alacaktır. Kurulduğu günden itibaren de Britanya ve ABD ile çok sıcak bir ilişki içinde olacaktır.
Tarihin, bugünü anlamak yarını da tahmin etmek için eşsiz bir kılavuz olduğu gerçeğinden hareketle, bu tarihî olaylardan bugünkü Orta Doğu için en az üç sonuç çıkartmak mümkündür:
Birincisi; Orta Doğu’nun 100 yıldır kaynayan bir cadı kazanı haline gelmesindeki en önemli faktör, dış müdahalelerdir. Bölgede çıkarı olan devletlerin sürekli operasyonları olmasaydı mevcut tablo ortaya çıkmazdı.
İkincisi; Dış güçlerin bölgedeki işbirlikçileri yoluyla Orta Doğu’ya müdahil olduklarıdır. Küffara karşı Cihad-ı Ekber ilan etmiş Devlet-i Aliyye’yi arkadan vuran yerli işbirlikçileri olmasaydı dış aktörler bölgede bu kadar rahat at oynatamazlardı.
Üçüncüsü; Kralların ve diktatörlerin kişisel çıkarlarını din ve soy kardeşliğinden önde tuttukları bu bölgede milletine ve soydaşına ihanet edenlerin makûs talihleri hiç dönmemiştir.

3 Aralık 2014 Çarşamba

Türkiye, Enver Paşa için Tacikistan’da anıtmezar ve namazgâh inşa ettiriyor

Murat Bardakçı


Türkiye, Enver Paşa için Tacikistan’da anıtmezar ve namazgâh inşa ettiriyor


Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki güçlü ismi Enver Paşa’nın Tacikistan’da 1922’de şehid düştüğü Çegan Tepesi’ne bir anıtmezar inşa ettiriyor. Paşa’nın kemiklerinin 1996’da Türkiye’ye nakledilmesi ile boşalan mezarının bulunduğu yere yaptırılacak olan anıtın masrafları Cumhurbaşkanlığı tarafından karşılanacak.
Cumhurbaşkanlığı, Pamir Dağları’nın Tacikistan’da kalan kısmındaki Çegan Tepesi’ne bir anıtmezar inşa ettirecek. Tepe, imparatorluk dönemi Türkiyesi’nin son döneminin en güçlü ve en önemli isimlerinden olan Enver Paşa’nın 4 Ağustos 1922’de Sovyet birlikleri ile çatışırken şehid düştüğü yer... Enver Paşa o gün Sovyetler’e karşı mücadele eden Basmacı liderlerden Devletmend Bey ve Türkistan’a giden Osmanlı subaylarından Osman Efendi ile beraber burada can vermiş, üç şehid son nefeslerini verdikleri yere defnedilmişlerdi. Paşa’nın kemikleri hayatını noktalamasından 74 sene sonra, 1996’da Türkiye’ye nakledilmiş ve yine o senenin 4 Ağustos’unda İstanbul’da yapılan bir devlet töreni ile Âbide-i Hürriyet’e defnedilmişti...
İNŞAAT VAADİ
Cenazenin nakli ile anıtmezarın hazırlıkları 1996’dan önce, zamanın Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Tacikistan Cumhurbaşkanı İmamali Rahmanov arasında yapılan bir görüşmeye dayanıyor. İmamali Rahmanov, Demirel’in Çegan Tepesi’ndeki mezarın Türkiye’ye nakledilmesi teklifine “Paşa sizin için olduğu kadar bizim için de önemli bir figürdür” diyerek önce karşı çıkmış ama Türkiye’nin Çegan’da bir anıtmezar inşa ettirileceği vaadi üzerine nakle izin vermişti.
DİŞ RONTGENLERİ
Cumhurbaşkanı Demirel mezar nakli konusundan daha sonra Amerika’nın Georgetown Üniversitesi’nde onuruna verilen bir davet sırasında Paşa’nın torunu Osman Mayatepek’e bahsetmiş, “Dedelerinin kemiklerinin Türkiye’ye getirilmesi ile ilgili olarak ailenin düşüncelerini” sormuştu. Demirel, Mayatepek’in “Dedemi sadece biz değil, Tacikler de kendilerinden görüyorlar ve son uykusunu kendi vatanında uyuduğuna inanıyorlar. Enver Paşa’nın doğduğu topraklara defnedilmesi ailemize onur verir ama meselenin Tacikistan tarafı nasıl halledilecek?” demesi üzerine “Rahmanov’a söz verdiğini, Paşa’nın kabrinin bulunduğu yere bir anıtmezar inşa ettireceklerini” söylemiş, Mayatepek de “Böyle bir girişimden ailemiz sadece memnuniyet duyar” cevabını vermişti. Türkiye sonraki günlerde Tacikistan’a bir ekip göndermiş ve Enver Paşa’nın Çegan Tepesi’ndeki kabri bu ekip tarafından mezarın başında yapılan bir dinî törenin ardından açılmıştı. Mezardaki kemikler Paşa’nın 1917’de Almanya’da çektirmiş olduğu diş rontgenleri ile karşılaştırılarak kabrin Enver Paşa’ya ait olduğu konusunda kuşku bırakılmamış ve çıkartılan kemikler askerî bir uçakla İstanbul’a getirilerek 4 Ağustos 1996’da Cumhurbaşkanı Demirel’in de katıldığı bir devlet töreni ile Çağlayan’daki Âbide-i Hürriyet Tepesi’ne defnedilmiş, bu yeni mezarın üzerine daha sonra mermer bir anıt yapılmıştı. Türkiye, Tacikler’e 1996’da verdiği sözü 18 sene sonra şimdi yerine getirecek, Çegan Tepesi’ne masrafı Cumhurbaşkanlığı bütçesinden karşılanacak bir anıtmezar inşa edilecek ve en yakın yerleşim merkezine 90 kilometre mesafede bulunan Çegan’a bir de asfalt yol yapılacak.
AĞUSTOS’A YETİŞECEK
Anıtmezarın projesi Mimar Sinan Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Suphi Saatçi’nin başkanlığında Dr. Oğuz Erataç, Selim Gümgör ve Mimar Hayriye İsmailoğlu’ndan meydana gelen ekip tarafından hazırlandı. Projede, 166 metrekarelik çevre düzenlemesinin yanısıra mezarlara çıkış için merdivenler ile oturma yerleri yapılması ve 22 metrekarelik bir de namazlık inşa edilmesi öngörülüyor. Üzerinde ayyıldızlı bir desenin yeralacağı kitabeye de Paşa’nın adının birkaç değişik alfabe ile yazılması düşünülüyor. İnşaat birkaç ay içerisinde tamamlanacak ve 2014’ün 4 Ağustos’unda, yani Enver Paşa’nın şehid olduğu günün 92. yıldönümünde törenle açılışı yapılacak. Proje için hazırlanan özet raporda, çalışmalardan bazıları şöyle anlatılıyor: “Ulaşım güçlüğü sebebi ile, nakliyesi mümkün olduğu kadar kolay ve kırılgan olmayan malzemeler seçilmiştir. Çevre duvarı ile anıtın brüt beton olması uygun görülmüştür. ...Soğuk ihtimaline karşılık namazgâh zeminine kırmızı pişmiş tuğla veya terracotta döşenmesi önerilmiştir. ...Korunan tek ağaç, mezarlıkta namazgâha gölgelik yapan en eski ceviz ağacıdır”.
KAPISI KİLİTLENDİ
Devlet tâââ Tacikistan’da böyle bir inşaata girişirken, Enver Paşa’nın İstanbul’daki mezarının vaziyetini de merak edenler için yazayım: Enver Paşa’nın yanısıra iki sadrazamın, Midhat Paşa ile Mahmud Şevket Paşa’nın, 31 Mart isyanında can veren askerlerin ve İttihad Terakki’nin önde gelen isimlerinin son uykularını birarada uyudukları Âbide-i Hürriyet, son zamanlara kadar mezbele halinde idi ve malzeme deposu olarak kullanılıyordu. Hemen yanıbaşında inşa edilen Çağlayan Adliyesi’nin hizmete açılmasından sonra mezarların bulunduğu Hürriyet Tepesi’nin bakımı adliyeye devredildi, alan temizlendi, kapısı kilitlendi ve şimdi kilitli vaziyette duruyor...
Enver Paşa bütün bunları yaşayıp öldüğünde sadece 41 yaşındaydı
TÜRK tarihinde, hayatı Enver Paşa kadar maceralarla dolu geçen bir başka kişi belki de yoktur. 1881’de İstanbul’da, Divanyolu’nda doğan İsmail Enver, Harbokulu’nu bitirdikten sonra Manastır’a tayin edildi ve Rum ve Arnavut çetelerle çarpıştı. Bu dönemde Terakki ve İttihad Cemiyeti’ne katıldı ve devrin hükümdarı İkinci Abdülhamid’i Meşrutiyet’in yeniden ilânına zorlamak için 1908’in 24 Haziran gecesi arkadaşlarıyla beraber dağa çıktı. Tam bir ay sonra, 24 Temmuz günü İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra “Hürriyet Kahramanı” diye isim yapan Enver Bey 1909’da Berlin’e askeri ataşe olarak gitti, buradan Trablus’a geçip Libya’yı işgal eden İtalyanlar’la çarpıştı. Balkan Savaşı’nın patlaması üzerine İstanbul’a döndü ve 23 Ocak 1913’te diğer İttihadçı arkadaşlarıyla beraber Bâbıâli’yi basarak hükümeti devirdi, sadrazamlığı Mahmud Şevket Paşa’ya verdirdi ve Mahmud Şevket Paşa’nın 12 Haziran 1913’te öldürülmesi üzerine yönetime elkoyan İttihad ve Terakki’nin askeri kanadının lideri oldu. 3 Ocak 1914’te “Paşa” ve “Harbiye Nazırı”, daha sonra da “Başkumandan Vekili” yapılınca gücünün zirvesine ulaştı. Aynı senenin 5 Mart’ında Sultan Abdülmecid’in torunlarından Naciye Sultan ile evlenerek saray damadı oldu. Artık devletin en güçlü adamıydı, hattâ padişahtan bile güçlüydü ve Türkiye’den Avrupa’da “Enverland”, yani “Enveristan” diye bahsediliyordu. Osmanlı Devleti’nin Almanya ile müttefik olarak Birinci Dünya Savaşı’na girmesinin mimarlarından olan Enver Paşa, savaşı kaybetmemizden sonra, 1918’in 1 Kasım gecesi önde gelen İttihadçılar ile beraber Türkiye’den ayrıldı.
BERLİN’DEN MOSKOVA’YA
Hayatı, artık daha da maceralıydı. Kafkasya’ya, oradan da Berlin’e gitti; Rusya’ya geçmeye çalıştı, sahte kimliklerle yaptığı bu yolculukların birinde tutuklandı, bir defasında da uçağı düştü ama üçüncü yolculuğunda Moskova’ya ulaşmayı başardı. Sovyetler’den beklediği desteği göremeyince Buhara’ya gitti ve Ruslar’a karşı savaşan Özbekler’i teşkilâtlandırmaya çalıştı. 4 Ağustos 1922 sabahı Ruslar’ın saldırısına uğradı ve Çegan Tepesi’nde ön safta çarpışırken Rus kurşunlarıyla can verdi. Bugün Tacikistan sınırları içerisinde kalan Abıderya Köyü’ndeki Çegan Tepesi’ne defnedilen Paşa’nın mezarı, zamanla evliya türbesi haline geldi. Kemikleri şehid düşmesinin 74. yıldönümünde Türkiye’ye getirildi, 4 Ağustos 1996’da yapılan devlet töreniyle İstanbul’daki Hürriyet-i Ebediyye Tepesi’ndeki anıtmezara, diğer İttihadçı kader arkadaşlarının yanına defnedildi.