27 Temmuz 2014 Pazar

Avrupa'nın Değişen Yüzü Kavimler Göçü

Kavimler Göçü Öncesi Genel Durum
Asya Hunları, M.S. II. yüzyıl başlarında birbirlerinden ayrılmış üç bölüm halindeydi. Balkaş Gölü havzasında Çi-çi hükümdarın iktidar zamanından artakalan Hun toplulukları bulunmaktaydı. Çungarya ve Barköl dolaylarında Kuzey Hunları, Kuzeybatı Çin sahasında ise Güney Hunları varlıklarını sürdürmekteydiler. Kuzey Hunlarından eski Hun başkenti bölgesinde kalanlar, 155 yılına doğru Moğol soyundan gelen Sienpiler tarafından batıya sürülerek neredeyse tümden yurtlarından çıkarıldılar. Güney Hunları ise kendi içlerindeki çatışmalar sonucunda ikiye ayrılmış ve topraklarının tümü, baskıları gittikçe artan Çinliler tarafından 220’ye doğru işgal edilmiştir. Bu olayların sonucunda Çin sahasındaki Hun siyasi hayatı tarihe karışmıştır.
Bu bölgelerdeki Hunlar, Çi-çi iktidarının sona ermesiyle birlikte etrafa dağılmış ve özellikle Aral Gölü’nün doğusundaki bozkırlara çekilerek, varlıklarını devam ettirmişlerdir. Oradaki diğer Türk boyları ve I. yüzyıldan II. yüzyılın ortalarına kadar Çin’den gelen Hun kitleleri ile çoğalan ve uzunca bir süre sakin bir yaşam sürdürerek güçleri artan bu Hunların özellikle iklimin değişmesi nedeniyle batıya yöneldikleri tahmin edilmektedir. Avrupa Hunlarını kuranların bunlar olduğu bilinmektedir.
avrupa'nın Değişen Yüzü Kavimler Göçü
Hunlar, IV. yüzyılın ortalarında Alan ülkesini ele geçirdikten sonra Volga kıyılarında göründüler. O tarihlerde Karadeniz kuzeyindeki düzlükler, bir Germen kavmi olan Gotların hakimiyetindeydi. Don ve Dinyeper nehirleri arasında Ostrogotlar (Doğu Got’ları), onun batısında Vizigotlar (Batı Got’ları) bulunuyordu. Daha batıda Transilvanya ve Galiçya’da Gepideler, bugün Macaristan toprakları içinde yer alan Tisza ırmağı dolaylarında Vandallar vardı. Bu dört Germen kavmin dışında aynı bölgede İranlı ve Slav kitlelerin yanı sıra küçük Germen toplulukları da yaşıyordu. Hun başbuğu Balamir idaresinde, ilk saldırı Ostrogotlara yapıldı. Bu saldırı onları yıkmaya yetti (374). Ardından Ostrogot Kralı Ermanarik intihar etti ve yerine Hunlar tarafından Hunimund isimli bir kral atandı. Üstün bir askeri yeteneğe sahip Hun orduları saldırılarına devam ederek Dinyeper kıyılarında Vizigotlara büyük bir darbe indirdi. Vizigot Kralı Atanarik, kalabalık Vizigot kitleleriyle batıya doğru kaçtı (375). Böylece Hun askeri gücünün harekete geçirdiği ve batıya doğru çeşitli kavimlerin birbirlerini yerlerinden iterek (topraklarından çıkararak) Roma İmparatorluğu’nun kuzey eyaletlerini alt üst edip, İspanya’ya kadar uzanmak suretiyle Avrupa’nın etnik çehresini değiştirdiği tarihi “Kavimler Göçü” başlamış oldu.
Beklenmedik yerlerde görülen ani ve şiddetli Hun darbeleri Doğu Avrupa kavimleri arasına korku ve dehşet uyandırmıştır. Hatta Hunlar aleyhinde çoğu Lâtin ve Grek kaynaklarında kayıtlı, inanılmaz söylenti ve hikâyelerin çıktığı bilinmektedir.
Hunlar; Gotlardan, Alanlardan ve Germen Taifallardan oluşturdukları yardımcı kuvvetlerle takviyeli olarak ilk defa 378 baharında Tuna’yı geçtiler ve Romalılardan hiçbir karşılık görmeksizin, Trakya dolaylarına kadar ilerlediler. Bununla birlikte, Roma topraklarında görülen bu kuvvetlerin yalnızca keşif için gönderilen öncü birlikler olduğu, daha sonraki tarihlerde bugünkü Macaristan ovalarına kadar akınlar düzenlenmesinden anlaşılmaktadır. Hun saldırılarından kaçan, bugün Avusturya arazisindeki Markomanlar ile Kuardlar, Roma topraklarına geçmeye hazırlanırken, İran asıllı Sarmatlar Roma sınırlarını aşıyorlardı. Diğer yandan, daha önceden sınırları aşan ve Transilvanya’da duraklamış olan Vizigotlar ise Roma sınırlarını geçiyorlardı (381). Bu sıralarda Germen asıllı topluluklar ile İranlı Baştarnalar, Batı Macaristan’dan Alpler’e sarkarak İtalya sınırlarını tehdit etmeye başlamışlardı.
Hunlar, Roma İmparatoru I. Theodisius’un ölüm yılı olan 395’te iki cepheden harekete geçtiler. Hunların bir kısmı Balkanlardan Trakya’ya doğru ilerlerken daha büyük bir kısım, Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya yöneltilmişti. Basık ve Kursık adlı iki başbuğun yönetimindeki Anadolu akını, Hun Devleti’nin Don nehri civarında konuşlanmış olan doğu kanadı tarafından düzenlenmişti. Romalıları olduğu kadar Sasani İmparatorluğu’nu da telaşa düşüren bu akında Hun kuvvetleri, Erzurum bölgesinden itibaren Karasu ve Fırat vadilerini takip ederek Melitene (Malatya) ve Kilikia (Çukurova)’ya kadar ilerlediler. Bölgenin en korunaklı kaleleri olan Edessa (Urfa) ve Antakya’yı bir süre kuşattıktan sonra Suriye’ye inerek Tyros (Sûr)’u bir süre baskı altına aldılar ve oradan Kudüs’e yöneldiler.
Hunlar sonbahara doğru kuzeye doğru ilerleyerek Orta Anadolu’ya, Kappadokia - Galatia’ya (Kayseri - Ankara ve dolayları) ulaştılar. Oradan Azerbaycan - Bakû yolu ile kuzeydeki merkezlerine döndüler. Bu, Türklerin Anadolu’da tarihteki ilk görünüşleridir. 398’de küçük çapta pek çok kez tekrarlanan bu tür seferler karşısında Doğu Roma’nın genç imparatoru Arcadius hiçbir ciddi tedbir alamamıştır.
Hun baskısı, Balamir’in ölümünün ardından başa geçen, Balamir’in oğlu ya da torunu olduğu sanılan başbuğ Uldız komutasında, 400 yılına doğru batıda da artmaya başlamıştır. Attila’nın ölümüne dek takip edilecek olan Hun dış siyasetinin temellerini atan başbuğ Uldız, Bizans’ı baskı altında tutacak, Batı Roma ile iyi ilişkileri sürdürecekti. Çünkü; Bizans’ın Hun yönetimine alınması ilk hedefi oluşturuyordu. Öte yandan Batı Roma sınırlarını ihlal ederek huzursuzluk çıkaran barbar kavimler aynı zamanda Hunların da düşmanı oldukları için Batı Roma ile ortak hareket etmek gerekiyordu. Bir süre sonra Uldız’ın Tuna’da görülmesi ile Kavimler Göçü’nün ikinci büyük dalgası başlamış oldu. Hasding Vandalları, 401’de Batı Roma eyaletlerine girerken Hunlardan kaçan Vizigotlar da İtalya’da göründüler. Lombardia üzerinden Galya’ya uzanan Alarik’in idaresindeki Vizigot tehlikesi ünlü Romalı kumandan Stilikho tarafından güçlükle engellendi (402). Hun korkusu ile yerlerini terk etmiş Vandalları, Süevleri, Burgundları, Kuadları, Saksonları ve Alamanları kendi idaresinde birleştirmiş olan Radagais, bir yandan İtalya’yı tahrip ediyor, öte yandan Roma’yı yer yüzünden kaldıracağını iddia ediyordu. Romalıların son kurtuluş umudu olan Stilikho bile Pavia Savaşı’nda Radagais’e mağlup oluyor, Radagais’in ilerleyişi durdurulamıyordu. Bunun üzerine Roma İmparatorluğu, Hunlardan yardım istemek zorunda kaldı. Savaştığı bütün rakiplerini bozguna uğratan Radagais, Türkler karşısında yenilmekten kurtulamadı. Romalı kuvvetlerle takviye edilen bizzat Uldız’ın komutasındaki Hun ordusu, Radagais’i Büyük Faesule Savaşı’nda (Floransa yakınlarında) yendi. Savaşın sonucunda Uldız, Roma gibi büyük bir uygarlık merkezini yıkılmaktan kurtarmakla kalmıyor; aynı zamanda Hun gücünden bir kere daha ürken Vandal, Alan, Süev, Sarmat ve Kelt topluluklarını Ren Nehri’nin ötesine gitmeye zorluyordu. Böylelikle, batı yönündeki tüm engelleri kaldıran Hunlar, serbestçe hareket edebilecekleri bir alan yaratmış oldular.
Hunlar böylesine büyük askeri başarılara imza atarken durum Batı Roma İmparatorluğu için hiç de parlak değildi. Barbar kavimlerin akınları nedeniyle 402 yılında başkent, Roma’dan Ravenna şehrine taşınmıştı. Gittikçe siyasi gücünü yitiren imparatorluğun toprakları barbar kavimler tarafından işgal edilmeye başlandı. Daha önceki yıllarda atlatılan Vizigot tehlikesi yeniden hissedilmeye başladı. Vizigotlar, komutanları Alarik’in ölümünün ardından Güney Galya’ya yerleşerek burada bir krallık kurdular. Franklar uygun zamanı kollayarak Kuzey Galya’yı işgal ettiler (406). Burgundlar, Savoia’yı ele geçirdiler ve bu bölgeye yerleştiler (443). Vandallar, Galya ve İspanya’da büyük bir kıyım yaparak Afrika kıyılarına dek ilerlediler. 455 yılında Vandal kralı Geiserich, Roma şehrini yağmalamıştır. Bu gelişmelerin sonrasında yıkılmanın eşiğine gelen Batı Roma İmparatorluğu, aşiretlere ayrıldı. Tüm gücünü yitiren Batı Roma İmparatorluğu 476 yılında yıkılmıştır.

Gerçek boyutunda görüntülemek için resme tıklayın.

Adı:  adsız.PNG
Gösterim: 224
Boyutu:  206.7 KB

Bir göç hareketi hakkında tam olarak bir bitiş tarihi söylemek yanlış olsa da Kavimler Göçü’nün sona eriş tarihi hakkında yapılan tahminlerden en akla yatkını Batı Roma İmparatorluğu’nun resmi yıkılış tarihi olan 476 yılıdır. Çünkü; Kavimler Göçü’nün altında yatan nedenlerden biri de göç hareketi öncesinde tek bir imparatorluk halinde bulunan Roma İmparatorluğu ile barbar kavimler arasındaki ekonomik uçurumdur. Güçlü ve zengin Roma İmparatorluğu, göçten önceki dönemlerde de yoksul ve gaddar olan barbar kavimlerin ilgisini çekiyordu. Hun saldırıları karşısında direnemeyeceğini anlayan bu barbar kavimler, Roma İmparatorluğu’na saldırmayı son çare olarak gördüler. Bu topluluklar göç hareketlerinin yaşandığı, yaklaşık yüz yıllık süreç içinde bazen yendiler, bazen yenildiler, bazen köle olarak bazen de asker olarak Romalılar tarafından kullanıldılar. Bu akınlar, barbar kavimlerin nihai amacı olan Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışıyla son buldu (476).

Kavimler Göçü'nün Sonuçları
375 yılında Hunların bazı barbar kavimleri batıya sürmesiyle başlayan ve yaklaşık bir yüzyıl kadar devam eden Kavimler Göçü, Avrupa tarihini derinden etkilemiştir. Bu göçün Avrupa’ya siyasi, dini ve etnik sonuçları olmuştur. Kavimler Göçü’nün sonuçları şu şekilde sıralanabilir:

  • Hun saldırılarından korkarak kaçan barbar kavimler Roma’da karışıklıkların ve iç isyanların çıkmasına yol açtı. İmparatorluk Theodosius’un ölümü üzerine oğulları Arcadius ve Honorius tarafından paylaşıldı. Böylelikle, bin yılı aşkın köklü bir geçmişe sahip olan Roma İmparatorluğu , batısını Honorius, doğusunu Arcadius yönetecek şekilde ikiye ayrıldı (375).
  • Kavimler Göçü’ne yol açan Hunlar, Orta Avrupa’da bugünkü Macaristan topraklarını merkez alan Avrupa Hun Devleti’ni kurdular.
  • Hunların batıya sürdüğü kavimler, Roma’yı talan etmek suretiyle ülkede büyük tahribata yol açtılar. V. yüzyılın ikinci yarısından sonra Batı Roma İmparatorluğu büyük güç yitirerek aşiret krallıklarına bölündü. 476 yılında son kral Romulus Augustulus, Odoaker adlı bir aşiret reisi tarafından tahttan indirildi. Tahta oturan Odoaker’in, Roma imparatorluk simgelerini yanlısı olduğu İstanbul imparatoru Zenon’a göndermesiyle Batı Roma İmparatorluğu resmen sona erdi (476).
  • Avrupa’da uzun yıllar hüküm süren Roma İmparatorluğu’nun bölünmesi ve daha sonra batı kanadının yıkılması, Avrupa’daki siyasi dengelerin bozulmasına neden olmuştur. Kavimler Göçü sonucunda Avrupa’ya gelen kavimler (Franklar, Vizigotlar, Burgundlar vb.) Ortaçağ Avrupası’na damgasını vuran, “barbar krallıklar” olarak nitelendirilen küçük krallıklar kurdular.
  • Avrupa’daki otorite boşluğundan yararlanan kilise ve Papalık, tüm Ortaçağ boyunca siyasal gücü elinde tutmuştur.
  • ·Avrupa’daki merkezi krallıkların zayıflaması derebeylik (feodalite) rejiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Feodalitenin oluşmasında göç ve istilanın önünden kaçanların kendilerine sığınacak bir yer aramaları, bunun sonucu olarak da asillerin topraklarına ve şatolarına yerleşmeleri etkili olmuştur. Bu durum aynı zamanda süzeren (himaye eden) ve vassal (himaye edilen) ilişkisini doğurmuştur.
  • Avrupa yaklaşık 100 yıl süren bir karışıklık ortamı yaşamıştır.
  • Avrupa’nın bugünkü etnik oluşumu, Hunların başlattığı Kavimler Göçü sonunda şekillenmiştir. Bir Germen kavmi olan Franklar, Kavimler Göçü sonunda Galya’ya yerleşmişler ve burada ilk devletlerini kurmuşlardır (5. yüzyıl). Yine Kavimler Göçü sebebiyle Britanya adalarına göç eden Angllar ve Saksonlar, bugünkü İngiltere’nin temelini atmışlardır. Bunların kaynaşmasıyla Anglo-Sakson deyimi ortaya çıkmıştır. Kavimler Göçü, Vandalların, Vizigotların, Süevlerin ve Alanların İber Yarımadası’na yerleşmesi ve buradaki yerli halkı içlerinde eriterek bugünkü İspanyolların meydana gelmesi sonucunu doğurmuştur. Germen kavimlerinin (Saksonlar, Franklar, Burgundlar, Gepideler, Gotlar, Skirler, Vandallar vb.) Avrupa’ya yayılarak yeni milletlerin oluşmasına yol açtıkları görülmektedir. Anayurtlarında kalan Germenler, daha sonra Alaman kabilesinin çevresinde yoğunlaşarak, yaşadıkları toprakların Almanya adını almasını sağlamışlardır.
  • Katolik kilisesi, misyonerler aracılığıyla, Batı Roma İmparatorluğu toprakları üzerinde kurulan krallıkları hıristiyanlaştırarak dinlerini yayma fırsatı buldu.
  • Kavimler göçü tarihçiler tarafından İlk Çağ’ın sonu Orta Çağ’ın başlangıcı olarak kabul edilmiştir.
  • Hunların gelmesiyle Avrupa'da atlı birlikler önem kazanmış, süvarilerin silâh ve kıyafetlerinde Hunlardan esinlenilmiştir. Belki de Orta Çağ Avrupası’nın şövalye tipi, Hun Alplerine öykünülerek oluşturulmuş.

20 Temmuz 2014 Pazar

türkistan da basmacı hareketleri ( korbaşılar)

Rusya'da Türkistan'ın istiklali için faaliyet gösterenlerin milli ayaklanmalarına verilen genel addır.
"Baskın yapan, hücum eden" manasına gelen bu tabir, Çarlık döneminde Ruslar tarafından Türkmenistan, Başkırdistan ve Kırım'da faaliyet gösteren çeteciler için kullanılmıştır. Basmacılar halka dokunmazlar, sadece Rus memurları soyar, hazine mallarını yağmalar ve aldıkları ganimetleri fakirlere dağıtırlardı.
1917 Bolşevik Ihtilali'nden sonra Türkistan'da faaliyet gösteren silahlı mukavemet kuvvetlerine Basmacı denilmesinin sebebi, bu kuruluşların başına geçenlerin bir kısmının ihtilalden önceki yıllarda da Basmacılık yapmış olmalarıdır. 1917 ihtilalinden önce ve sonra Ruslara karşı silahlı mücadelede bulunan Türkistanlılar, kendilerini hiçbir zaman Ruslar'ın "haydut, çeteci" anlamında kullandıkları ve dünyaya böyle göstermek istedikleri tarzda Basmacı olarak tanıtmamışlar, Islam askerleri, vatan müdafaacılan ve Türkistan azatlığının askerleri olarak göstermişlerdir.
Rusya'da Türkistan'ın istiklali için faaliyet gösterenlerin milli ayaklanmalarına verilen genel addır.
"Baskın yapan, hücum eden" manasına gelen bu tabir, Çarlık döneminde Ruslar tarafından Türkmenistan, Başkırdistan ve Kırım'da faaliyet gösteren çeteciler için kullanılmıştır. Basmacılar halka dokunmazlar, sadece Rus memurları soyar, hazine mallarını yağmalar ve aldıkları ganimetleri fakirlere dağıtırlardı.
1917 Bolşevik Ihtilali'nden sonra Türkistan'da faaliyet gösteren silahlı mukavemet kuvvetlerine Basmacı denilmesinin sebebi, bu kuruluşların başına geçenlerin bir kısmının ihtilalden önceki yıllarda da Basmacılık yapmış olmalarıdır. 1917 ihtilalinden önce ve sonra Ruslara karşı silahlı mücadelede bulunan Türkistanlılar, kendilerini hiçbir zaman Ruslar'ın "haydut, çeteci" anlamında kullandıkları ve dünyaya böyle göstermek istedikleri tarzda Basmacı olarak tanıtmamışlar, Islam askerleri, vatan müdafaacılan ve Türkistan azatlığının askerleri olarak göstermişlerdir.
Basmacı hareketlerinin tek gayesi, "Türkistan Türkistanlılarındır" sloganında ifadesini bulan, Türkistan'ı Ruslar'dan kurtararak istiklaline kavuşturmaktı.
Basmacı Hareketi 1918 yılında Korbaşı Ergaş'ın liderliğinde Hokand şehrinde başladı ve kısa zamanda diğer bölgelere de yayıldı. Hokand'da üç gün içinde Ruslar tarafından 10.000'den fazla Türkistanlı öldürüldü. 1918'de kırktan fazla korbaşının (Türkistanlı lider) önderliğinde yapılan mücadelelerde ayaklanmalar Fergana vadisine yayıldı. Bu bölgede Ruslar'la birlikte hareket eden Ermeniler 180 köyü ateşe verdiler ve yaklaşık 20.000 kişiyi öldürdüler. 18 Ağustos 1919'da Rus orduları Türkistan cephesi kumandanlığına getirilen Frunze'nin belirttiği gibi Sovyetler'in amacı bütün Türkistan'ı işgal etmekti. Basmacılar ile Kızıl Ordu arasında çok kanlı savaşlar oldu. Fergana vadisinde Mehmed Emin Beg, Şir Muhammed Beg, Nur Muhammed Beg, Hal Hoca ve Korbaşı Parpi gibi liderlerin emri altındaki mücahidler zaman zaman Sovyet ordusuna kayıplar verdirdiler ve mücadelelerini 1921'e kadar sürdürdüler; hatta bölgenin lideri Mehmed Emin Beg 1919'da geçici bir Fergana hükümeti kurduysa da 7 Mart 1920'de Sovyetler'e teslim olmak zorunda kaldı. Yerine geçen Şir Muhammed Beg de Sovyetler'e boyun eğmedi, 3 Mayıs 1920'de geçici bir Türkistan hükümeti kurarak komşu devletlerle münasebet kurmaya çalıştı. Bu arada 31 Mayıs'ta kardeşi Nur Muhammed'i Afganistan'a elçi olarak gönderdiyse de Kızıl Ordu Hive Hanlığı'nı ve Buhara Emirliği'ni işgal etti. Sovyet Rusya'nın buralarda merkeze bağlı halk cumhuriyetleri kurdurmasına rağmen halk milli mücadeleye devam etti.
Basmacı hareketlen Enver Paşa'nın 8 Kasım 1921'de Türkistan'a gelip başa geçmesiyle daha da şiddetlendi. Onun Türkistan'daki milli mücadelelerin başkumandanı olmasından sonra Ruslar önemli kayıplar verdiler ve 19 Nisan 1922'de barış istemek zorunda kaldılar. Fakat Enver Paşa, "Barış antlaşmasının ancak Türkistan topraklarındaki Sovyet askerlerinin çekilmesinden sonra söz konusu olabileceğini belirterek" bu teklifi reddetti. Bu sıralarda Semerkant şehrinde Türkistan Türk Müstakil Islam Cumhuriyeti kurulmuştu. Yıllardır bütün Türkistan'ı ele geçirmek için savaşan ve Türkistan'dan çekilmek niyetinde olmayan Sovyetler daha şiddetli saldırılara başladılar. 1922'de Sovyetler'in genel bir saldırıya geçmesi üzerine Basmacı liderleri birbirlerinden ayrılmak zorunda kaldılar ve geçici Türkistan hükümeti dağıldı. Şir Muhammed Beg Afganistan'a geçti, diğer liderlerden Muhyiddin Beg öldürüldü, Canı Beg de teslim oldu. 4 Ağustos 1922'de Belcuvan'a giren bir Sovyet birliğine karşı bizzat yakın muharebeye katılan Enver Paşa on bir Rus'u öldürdü, fakat karşı tarafın makineli tüfek ateşi altında kendisi de şehid oldu.
Enver Paşa'nın Ölümüyle Basmacı hareketleri sona ermedi, fakat genellikle Ruslar'ın üstünlüğü ile devam etti. Kızıl Ordu Basmacılar'a karşı savaşını her yerde sürdürdü. Mücahidlere yardım eden Türkler hapishanelere atıldı. Böylece Basmacılığın birinci devri sona erdi. 1924'te başlayan Basmacılığın ikinci devresinde mücahidler silah buldukça mücadeleye devam ettiler. Bu mücadeleler de 1935'e kadar sürdü ve bu tarihte Ruslar Basmacılık harekatına kesin olarak son verdiler.
Basmacı harekatının başarıya ulaşamamasının başlıca sebepleri arasında korbaşı denen Türkistanlı liderlerin kendi aralarında düzenli bir birlik ve merkezi bir kumandanlık kuramamaları, savaşlarda tank, uçak, top ve zehirli gaz gibi silahlar kullanan Ruslar'a karşı mücahidlerin makineli tüfeklerinin bile olmayışı ve nihayet dışarıdan yardım alamamaları zikredilebilir.
Ruslar Basmacılar'a karşı kazandıkları başarıları tarihlerinin kahramanlık sayfaları olarak kabul ederler. Dışarıya karşı haydutluk olarak tanıttıkları bu hareketlerin birçok Sovyet kumandanı ve aydını tarafından bir milli mücadele olduğu itiraf edilmiştir. Nitekim Sovyet ordularının Türkistan cephesi kumandanı olan Frunze Basmacılığın çetecilik olmadığını, eğer böyle olsaydı onların daha önceden ortadan kaldırılabileceğini ifade ederken Sovyet Rusya komiseri olarak savaşlara katılan Skalov, "Basmacılık Türkistan halkının yabancı hakimiyeti aleyhindeki milli isyanıdır" demektedir. Türkistan'da Sovyet hakimiyetini kuran Valeriy Kuybesev ise bu hareketi sadece bir haydutluk kabul etmenin yanlış olacağını, onun siyasi bir inkılap olduğunu" söyler. Ginzburg ve Vasilewskiy adlı Sovyet komiserleri de, "Basmacılığın gayesi, Türkistan'ı Rusya'dan kurtarmak ve zulümsüz bir Türkistan kurmaktan ibarettir" derler. Sovyet edibi Boris Pilnyak ise, "Basmacılar isim ve şeref sahibidirler" demiştir.
Bununla birlikte Sovyetler Birliği'nde çıkan eserler bu konuda genellikle sübjektiftir. 

16 Temmuz 2014 Çarşamba

tarihsel olarak bulgarlar

BULGARİSTAN - Nazif Kuyucuklu]

Birliği doğudan gelen Hazarlar’ın saldırısıyla dağıldı. Bazı boylar Hazarlar’ın hâkimiyetini kabul ederken bazıları kuzeydoğuya giderek Volga-Kama nehirleri bölgesine yerleştiler; üçüncü bir grup da Han Kubrat’ın oğullarından biri olan Han Asparuh’un (İsperih) liderliğinde batıya Tuna bölgesine geçerek Tuna deltasının kuzeydoğusuna yerleşti. Bunlar daha sonra Tuna’yı geçip Dobruca’ya girdiler ve Bizans İmparatorluğu’na karşı yedi Slav boyu ve Severiler’le (yine bir Slav boyu) birleştiler. Eski Bulgarlar bugünkü Şumnu-Preslav, Severiler Bizans’tan gelecek akınları önlemek üzere Kocabalkan’ın geçit bölgesine, yedi Slav boyu da Avarlar’dan gelecek akınlara karşı batıya yerleşmişlerdi. Slav-Bulgar birliğinin ve ordusunun başında Bulgar lideri Asparuh bulunuyordu. Hâkimiyet alanları içinde Kocabalkan, batıda Timok ve İskar nehirleri, doğuda Karadeniz, kuzeyde ise büyük bir ihtimalle Güney Besarabya ve bugünkü Romanya’nın Tuna bölgesinde bazı sahalar bulunduğu, başşehrin de Pliska olduğu belirtilmektedir. Asparuh liderliğinde Slav-Bulgar ordusu Trakya’ya girerek birçok şehri tahrip edince, doğu sınırlarında Araplar’la savaşan İmparator IV. Konstantin Asparuh’la anlaşma yaparak Slav-Bulgar Devleti’ne yıllık vergi ödemeyi kabul etti, dolayısıyla bu devletin varlığını tanıdı (681). VIII. yüzyılda Bizans İmparatorluğu’nda bazı iç karışıklıkların çıkması, Han Tervel’e (701-718), tahttan indirilen II. Justinyen’in yeniden yerini almasına yardım fırsatını verdi. Bunun karşılığında Bulgaristan Kocabalkan’ın güneyinde Zagore bölgesini, Tervel de imparatordan sonra gelen bir unvan ve birçok hediyeler aldı. Han Tervel ayrıca Araplar’ın İstanbul’u kuşatmaları üzerine (717) Trakya’da Arap güçlerine saldırıp onları kuşatmadan vazgeçirmek için Bizans’a yardım etti.

VIII. yüzyılın ilk yarısında Bizans İmparatorluğu’nun yeniden güçlenmesi, o sırada Slav-Bulgar Devleti toprakları olan alanlar üzerinde eski hâkimiyetini kurma düşüncesini doğurdu. Özellikle V. Konstantin (741-775) bunda çok ısrarlı idi ve Bizans’ın daha önce ödemeyi kabul ettiği vergiyi ödemediği gibi Slav-Bulgar Devleti sınırında bazı kaleler yapmaya başladı. Bu sebeple çıkan savaşta Slav-Bulgarlar yenildi, Zagore bölgesi geri alındı ve Konstantin kesin sonuca ulaşabilmek için yeni akınlar düzenlendi. Ancak Eski Bulgar aristokrasisinde beliren ikiliğe rağmen yeni savaşta Bizans mağlûp olarak yeniden vergi ödemeye mecbur edildi. Bu dönemde Han Telerig (768-777) ve Han Kardam (777-802) idareyi yürüttüler. Han Krum (803-814) yönetiminde Slav-Bulgar Devleti kuzeybatıda verimli alanlara ve Tisa nehrinin doğusuna yöneldi, 805’te Avarlar’ın topraklarını ve madenlerini ele geçirdi. Genişleme öteki alanlara ve güneye doğru da sürdü, Sredets (Sofya; 809) ile Edirne (813) alındı ve Bulgar ordusu İstanbul’a kadar geldi (813).

Han Krum, Slav-Bulgar Devleti’ni güçlü kılabilmek için Slav nüfusla Bulgar nüfusu birleştirmeye çalıştı. Bu durum Bulgar topraklarında feodalitenin gelişmeye başladığı dönemdir. Han Krum, aynı zamanda feodal düzeni ve feodallerin gücünü pekiştiren kanunlar çıkaran hükümdar olarak da bilinmektedir. Han Omurtag döneminde ise (816-831) Bizans’la otuz yıllık barış yapılmış ve önemli imar hareketleri gerçekleştirilmiştir. Han Presiyan döneminde de (836-852) Helenleşmelerini önlemek için bazı Slav boylarının bulunduğu Makedonya’nın önemli yerleri ve Rodoplar ele geçirildi. Boris zamanında (852-889) Hıristiyanlık kabul edilerek (865) devletin resmî dini oldu ve Bulgar kilisesi İstanbul’a bağlandı. Hıristiyanlığın kabulü ile devletin öteki hıristiyan devletler nezdinde itibarı yükseldiği gibi içeride Slav nüfusla Bulgar nüfus arasında kültür kaynaşmasının yolları da daha iyi sağlandı. Bu kaynaşma, devlete kendi adlarını vermiş olmalarına rağmen, Bulgarlar’ın Slav dili ve kültürü içinde erimeleri biçiminde gerçekleşti.

Bulgar Devleti’nin Bizans aleyhine genişlemesi özellikle Simeon döneminde (893-927) olmuş, Bulgar ordusu Gelibolu yarımadasını ve Girit’e kadar olan sahayı ele geçirip İstanbul surlarına gelmiş, İstanbul’u almak için giriştiği hazırlıklar ise Simeon’un ölümüyle sonuçsuz kalmıştır. Simeon döneminde Bulgar kilisesinin bağımsızlığı ilân edilmiştir. Onun yerine geçen Petar zamanında (927-970) Bizans’la bir barış dönemi yaşanmış, oğlu II. Boris yapılan savaşlarda Bizans’a yenilmiş, hatta başşehir Preslav’ın adı Bizans imparatorunun adına izâfeten Yoanopolis olarak değiştirilmiştir. Böylece 971’de Trakya ve Kuzey Bulgaristan Bizans tarafından zaptedilmiş, batı ve güneybatı Bulgar toprakları bağımsızlığını korumuştur.

Buralardaki yönetim dört feodal (bolyar) kardeş David, Moisey, Aron ve Samuil’e geçmiş, başşehirleri de başta Sredets, sonra Prespa, daha sonra da Ohri olmuştur. X. yüzyıl ortalarında Petar’ın yönetim döneminde toprağa bağlı köylülerin durumu çok daha ağırlaşmış ve köylüler feodal yönetim karşısında giderek gelişen bir tepki oluşturmaya başlamışlardır. Sonunda bu tepki kendisini bir din adamının şahsında tecessüm ettirmiş ve Bogomillik olarak tarihte yerini almıştır. Bogomiller sadece İncil’e inanmışlar, dış dünyayı ve resmî hıristiyan kilisesinin görüşlerini reddetmişlerdir. Feodal düzenden şikâyetçi geniş köylü kitleleri, bu arada kendilerini ezilmiş hisseden öteki kişiler Bogomilliğin görüşlerine büyük bir samimiyetle sarılmışlar, günlük feodal hayattan kaçıp huzuru âdeta burada bulmak istemişlerdir. Böylece Bogomillik önemli bir sosyal hareket niteliği kazanmıştır. Ancak kilise ve yönetim buna şiddetle karşı çıkmıştır.

Dört bolyar kardeşten sonuncusu Samuil yönetimi üstlenmiş, ancak Bizans’ın hâkimiyetine geçme durumuna gelmiş olan Sofya 1001’de elden çıkmış, daha sonra Vidin, Üsküp ve öteki kaleler Bizans’ın eline geçmiştir. 1014’te Stumitsa yöresinde yapılan savaşta Bulgar ordusu Bizans ordusunca yok edilmiş, Samuil’in savaş alanından kaçması ve yeniden toparlanma teşebbüsleri de sonuçsuz kalmıştır. 1018’de ise İmparator Vasiliy’in Bulgar başşehri Ohri’ye girmesiyle Bulgar toprakları tamamıyla Bizans hâkimiyetine girmiş ve bu durum 1187 yılına kadar sürmüştür.

Bizans hâkimiyetinde Bulgar köylüsünün durumu kötüleşmiş, tarımda daha önceden var olan aynî vergi paraya çevrilmiş, bu ise köylüye önemli bir yük oluşturmuştur. Ayrıca yeni vergiler getirilmiş, XI. yüzyıl ortalarında Bizans’ta “pronia” denilen bir uygulama geliştirilmiş, bu da halk üzerinde büyük baskılara sebep olmuştur. Bunlara ilâve olarak ilki 1096-1097’de başlayan Haçlı seferlerinin Belgrad – Sofya – Filibe – İstanbul ve Arnavutluk – Makedonya – Trakya – İstanbul yollarını takip etmesi, buralardaki nüfusun hayatına ve mal varlığına olumsuz etkilerde bulunmuştur. Bu şartlar karşısında, özellikle daha 1040 yılında aynî vergilerin paraya dönüştürülmesiyle memnuniyetsizlik ayaklanma halini almış, Samuil’in torunu Petar Delyan liderliğinde başlayan ayaklanmada Belgrad’dan güneye doğru kayarak yerli bolyarların da desteğiyle Üsküp dahil olmak üzere birçok kale ele geçirilmiştir. Ancak

13 Temmuz 2014 Pazar

Enver Paşa yetenekli bir kurmaydı

İlber Ortaylı
Enver Paşa yetenekli bir kurmaydı. Çok genç yaşta imparatorluk ordularının başkumandanı oldu, mareşallığa ulaşacak vakti olmadı. 4 Ağustos 1922’de Tacikistan’da, Kızıl ordunun kuşatmasını yarmak isterken şehit düştü. 1908’den itibaren 14 yıl içinde bütün bu yönleriyle Türk tarihini işgal eden portrelerden oldu
Doğum tarihi açık;   23 Kasım 1881. Tam 41 yaşında, 4 Ağustos 1922’de, bugünkü Tacikistan’ın Çeğen köyünde Kızıl Ordu’nun kuşatmasını yarmak isterken şehit düştü. Yetenekli bir kurmaydı. Çok genç yaşta imparatorluk ordularının başkumandanı oldu. Bazılarının eleştirisi genç yaşta bu mevkiye gelmek yeterli tecrübe içermeyeceğinden, felaket kolay gelmiştir yolundadır. Rütbesi
1. Ferik’di (yani orgeneral), mareşallığa (müşir) ulaşacak vakti olmadı.
Trablusgarp’ta bir yıl süren mücadelede Mustafa Kemal Bey, Cami Bey, Fethi Bey gibi genç subaylarla birlikte İtalyanlara karşı Sunusi şeyhleriyle anlaştı ve 20 bin kişiyi seferber etmeyi başararak merkezi maliyeden de hemen yardım yetişemediği için adına para bastırarak bölgeye hakim oldu. İtalyanlar kıyıdan içeri giremediler. Dahası var. Bir yıl sonra diğer subaylarla birlikte ki hepsi gönüllü statüdeydi; Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine İstanbul’a çağırılmasına rağmen Trablusgarp savunması durmadı. Yerlerinde bıraktıkları Osmanlı zabitleri İtalyanlara karşı savunmayı daha uzun müddet sürdürdüler. Enver Paşa burada yarbaylığa (kaymakamlığa) yükseldi. Balkan bozgunundan sonra Enver Bey, Bâb-ı Ali baskınını gerçekleştirdi. Balkan ülkeleri arasında anlaşmazlık sonucu başlayan İkinci Balkan Savaşı’ndan istifade ederek 22 Temmuz 1913’te Bulgarların eline geçen Edirne’yi yeniden fethetti. O yıl albaylığa (Aralık 1913), bir aydan kısa bir süre içinde de generalliğe terfi etti. Mirliva (tuğgeneral) olur olmaz
artık ağırlığını hissettiren İttihatçı kabinede Harbiye Nazırı oldu. Aynı yıl Şehzade Süleyman Efendi’nin kızı yani Sultan Abdülmecid’in torunu olan Naciye Sultan ile evlendi ve Saray’ın damadı oldu.

Meşruti hükümetlerin zayıf tarafı, diplomasi
Enver Paşa yetenekli bir kurmaydı. Zaten Osmanlı Ordusu içinde dönemin Avrupa ordularındaki subaylarla boy ölçüşecek komutanların sayısı bir hayli fazladır. Bunlar sadece askeri bilgi değil, umumi bilgileri, yaşam tarzı ve görgüleriyle de üstün düzeydeydiler. Enver Paşa da bütün kurmaylar gibi Fransızca’yı bilirdi ve 1909’da tayin edildiği Berlin askeri ataşeliği sırasında Almancayı iyi öğrenmişti. Berlin ve Potsdam’daki hayatı, onun Alman askeri kuvvetine olan hayranlık ve sarsılmaz güvenini artırdı. İleride I. Cihan Harbi’nin gayeleri, imparatorluğun bilinen paylaşılma projeleri ve İtilaf Devletleri’nin kötü niyetlerine rağmen diplomasi hemen hemen
hiç denenmedi. Esasen meşruti hükümetlerin Sultan Abdülhamid dönemine göre en zayıf tarafı diplomasidir. Büyük devletler arasında dengeyi kollamak ve “kaçınılmaz” dense bile savaşa girmeyi geciktirmek dururken, maalesef ittihatçı triumvira (üçlü), İtilaf Devletleri’nin reddi ve malum gemi dolandırıcılığının hemen akabinde Almanya ile aynı cephede dünya savaşına girmekte acele ettiler. Ordular hiç hazırlıklı değildi; ilk defa Türkiye 1 milyonunun üzerinde asker toplamıştı. Ülke içindeki sorunlar, Doğu Anadolu’da Ermeni isyanları, müttefik Almanya’nın teşviki ile Ermenilere karşı tehciri de birlikte getirecektir. Türkiye dünya savaşına çok hazırlıksız girmesine rağmen, dünya savaşına girerken iyi eğitim görmüş, Arabistan çöllerinden Balkan dağlarına kadar her yerde coğrafyayı çatışarak öğrenmiş, Balkan ve Trablusgarp savaşlarının trajik tecrübelerinden olgunlaşarak çıkmış bir genç subaylar sınıfı cihan savaşını umulmayacak kadar başarılı bir şekilde götürmüştür. Çiftçi sınıfı, gözünü kırpmadan savaşan mektepliler, Cihan Savaşı’ndan önce Türk Ordusu’nu küçümseyen İngiltere’ye çok pahalıya mal oldu. Savaşta Türk komutan sınıfı, Almanya’nın güvenilmeyecek bir müttefik olduğunu da anladı.

Genç subayların savunması bugün pek bilinmez
Başkumandan vekili cesur planların sahibiydi. Bu planların hepsinin aynı derecede akil ve bilgili bir şekilde hazırlandığını söylemek mümkün değildir. Orduda savaşa geç girilmesini hatta mümkünse girilmemesini isteyen komutanlar vardı. Esat Paşa, Mustafa Kemal Bey, İsmet (İnönü) Bey, Kazım Karabekir ve Fevzi Bey gibi... Gelecekte İstiklal Savaşı’nın komutanlarını oluşturan bu kadrolar, daha çok Alman aleyhtarıydı. Bundan dolayı Enver Paşa’yla da gerilimleri günden güne arttı. Sarıkamış faciasından sonra bunu görmek mümkündür. Fakat hepsi de savaştaki görevlerini yerine getirdiler. Enver Paşa da bu komutanların ne kadar gerekli olduğunu bilirdi. Ama şurası bir gerçek ki 1915’ten sonra açığa çıkmayan bir gerilim genç komutanların arasında süregitti. İkinci grup, birinci harpte edindikleri tecrübeler ve ihtiyatla ileride İstiklal Savaşı’nı başlatıp götürecektir.
Sarıkamış, Süveyş Kanalı cephesi gibi facialar yanında Kut’ül Ammare’deki zafer morali yükseltti. Kudüs’ün kendinin Alman kurmay heyetinin entrikaları yüzünden 1917 Noeli’nde nerdeyse teslimine rağmen etrafındaki cephelerde savaşın aylarca uzaması, Filistin cephesinde yer yer genç subayların dahiyane savunması ve askerin direnişi bugün pek bilinmez. Bir yandan ricat öbür yandan savaşın sonunda İran ve Kafkasya’daki zaferler, birinci büyük savaşta hem Türkiye’nin hem de İmparatorluğun asli unsuru olan Türk halkının yıpranmasına neden oldu ama geleceğe de hazırlanan bir ülke ortaya çıktı. Cihan Harbi’nin birçok çevrelerde yarattığı umutsuzluk ve teslimiyet havasına rağmen ordunun
genç komutanları direnme savaşına devam edebildiler
ve muvaffak oldular.
İttihat Terakki’nin ileri gelenleri, en başta Enver Paşa ülkeyi terk ettiler. Gerekçeleri kurulan hükümetin yeni padişah VI. Mehmet Vahdettin’in etrafındaki yeni devlet adamlarının kendilerine adil bir muamele yapmayacağı şeklinde olmuştur. Politikada tarafların her zaman mazereti hazırdır ve bir haklılık payı da vardır. Mütareke hükümetlerinin Tevfik Paşa,
Ali Rıza Paşa gibi Anadolu mücadelesine hayırhah nazarla bakan sadrazamları olduğu gibi bunun tam tersi Damat Ferit Paşa gibi davranış gösterenler de oldu. Şurası bir gerçek ki Anadolu hükümeti, Rusya’nın Müslüman topraklarında faaliyet göstermek isteyen ve bunda başarı gösterebilen Enver Paşa’ya karşı onaylayıcı davranmadı; bunda da haklıydı.

Tacikistan’daki türbesi uzun seneler ziyaret edilmiştir
Enver Paşa, halifenin damadı ve orduların başkomutanı olarak Sovyet Rusya’ya ve Türkistan’a adım attığı zaman parçalanan Rusya’da özellikle Orta Asya Türkleri’nin desteğini kazandı. Buna Türk ırkından olmayan Tacikler de dahildir. Basmacı hareketi hepsini içeriyordu; son anda dahi bütün bu gruplar Enver Paşa’nın yanındaydı. Paşanın Rusya’da mücadeleye başladığı 1918’den beri doğan erkek bebeklerin arasında Enver ismi en kalabalık grubu oluşturur. Tacikistan’daki türbesi de çok uzun seneler yerli halk tarafından ziyaret edilmiştir.
Türkiye’nin yakın tarihi trajik çözülmezliklerle doludur.
Enver Paşa da 1908’den beri
14 yıl içinde bütün bu yönleriyle Türk tarihini işgal eden portrelerdendir. Bir anda değerlendirilebilecek bir dönem değil. Bizim edebiyatımızda güçlü kalemiyle Enver’i değerlendiren Şevket Süreyya Aydemir’in yanında şimdi yeni çalışmalar da söz konusu. Doğrusu ben uzun bir zamandır bu konuda hayli vesika toplayan Murat Bardakçı’nınkini merak ediyorum. Yüzyıla yaklaşan zaman artık bu konuda değişik yorumlar elbette getirecektir ama henüz olayları dahi çok iyi öğrendiğimizi söyleyemeyiz.

6 Temmuz 2014 Pazar

İttihat ve Terakki Cemiyeti, (Osmanlı Türkçesi: إتحاد و ترقى) (Güncel Türkçesi: Birlik ve İlerleme Derneği)




Jön Türkler ve İttihat ve Terakki



Cumhuriyet Halk Partisi’nin ideolojik ve toplumsal temellerini anlamak için Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle 19. yüzyılda yoğunlaşan çağdaşlaşma (modernleşme) çabalarına ve Jön Türkler hareketi ile İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Partisi’ne daha yakından bakmak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki reform ve modernleşme hareketleri Lale Devri ile başlayıp, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca sürmüştür. Bu hareketlerin doruk noktasına ulaştığı 19. yüzyılda gerçekleşen Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı ile Müslüman ve gayrimüslim tebâya can ve mal güvenliği getirilmiş, Osmanlı Devleti de Avrupalı devletler gibi tebâsını yurttaşa çevirme yönünde somut bazı ilk adımlar atmıştır. Ancak bu reformların gerçekleştiği süreçte İmparatorluğun ekonomik ve siyasal alanlarda hızla dışa bağımlı hale geldiği, Avrupa’nın Keşifler Çağı, Sömürgecilik ve Sanayi Devrimi ile yaptığı büyük atılımlara çağın gerisinde kalmış bir din-tarım İmparatorluğu olarak karşılık veremediği ve hastalandığı (hasta adam benzetmesi 20. yüzyılda Avrupa basınında Osmanlı Devleti için yapılmaktaydı) bir gerçekti. Dolayısıyla modernleşme çabaları, ülkenin bütünlüğünü sağlama ve beka sorunlarını çözme amaçlarının gölgesinde yavaş bir şekilde ve geleneksel merkez-çevre karşıtlığı ve patrimonyal devlet yapısı nedeniyle var olmayan bir toplumsal temel üzerinden yükseliyordu.


18. yüzyıl sonlarında Sultan III. Selim’den başlayarak yurtdışına çeşitli alanlarda temsilciler ve öğrenciler gönderen, 19. yüzyılda Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye gibi modern eğitim kurumları inşa eden Osmanlı Devleti’nin kaderi şimdi yurtdışında ve bu çağdaş okullarda yetişmiş yeni askeri-bürokratik sınıfın vatansever hisleri ve olağanüstü çabalarına bağlıydı. 1789 Fransız Devrimi’nin yaydığı özgürlük-eşitlik-kardeşlik idealleri ve milliyetçilik ideolojisiyle donanmış bu yeni oluşan kesim içerisinden çeşitli örgütlenmeler, gizli dernekler, fikir kulüpleri çıkmakta ve devletin nasıl kurtarılacağı yönünde hararetli tartışmalar yapılmaktaydı. Yeni Osmanlılar ve Genç Osmanlılar gibi derneklerle başlayan bu süreç, Namık Kemal gibi kendi öncü entelektüelini de üretiyordu. Birinci Meşrutiyet ’in ilanıyla (1876) umutlanan bu ilerici kesimler, Sultan II. Abdülhamid’in meşrutiyeti ve meclisi feshederek kendi mutlakiyetçi istibdat (baskı rejimi) yönetimini ilan etmesiyle yeni arayışlara başlıyorlardı. İttihad-ı Osmani Cemiyeti veya sonrasında aldığı ve daha iyi bilinen adıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti, iyi eğitim almış toplumsal kesimlerden büyük destek alarak hızla büyüyor ve istibdat rejimine rağmen varlığını özellikle yurtdışında sürdürmeyi başarıyordu. II. Abdülhamid’in büyük toprak kayıplarına yol açan ve baskıcı ve başarısız yönetimi karşısında orduda ve devlet kademelerinde hızla destekçi sayısını arttıran İttihat ve Terakki Cemiyeti, yurtdışındaki Jön Türk hareketlerini de bir merkez altında toplamayı başararak istibdat yönetimini yıkmanın yollarını arıyordu.


İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin amacı; “1-) vatanı içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmak, 2-) milleti içinde bulunduğu zulüm ve esaretten çıkarıp insanlığa layık bir biçimde yaşatmaktır. Bu amaçlara varmanın yolu ise 1293 Kanun-u Esasi'sinin (1876 Anayasası) temami-i tatbiki ve devam-ı meriyeti olduğundan, bu Cemiyetin esas amacı olmaktadır. Ayrıca birinci ve ikinci amaca varmanın bilâ farkı cins ve mezhep (mezhep ve cins farkı olmaksızın) bütün Osmanlıların kutsal görevi ve açık menfaatlerinin gereği olduğu da hatırlatılmaktadır” . İttihat ve Terakki Cemiyeti ve sonrasında İttihat ve Terakki Partisi, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak olan kuşağı yetiştiren, son derece vatansever ve cesur kişilerden oluşmuş bir örgüttü. Ancak Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının varacağı Cumhuriyet ve laiklik fikirleri, Osmanlıcılık etkisinden tam anlamıyla sıyrılamamış olan İttihatçılarda henüz oluşmamıştı ve bu nedenle meşruti monarşi rejimiyle Osmanlı Devleti’nin kurtarılabileceğini öngörüyorlardı.


Jön Türkler ve İttihatçılar hakkında birçok düşünür ve tarihçi çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır. Mesela tanınmış yazar Profesör Yalçın Küçük “Şebeke-Network” adlı kitabında şöyle söylemiştir; “Jön Türkler’i nasıl anlatabiliriz, Türkiye’nin ilk jakobenleri demek mümkündür, ancak eksik kalacağını sanıyorum ve belki de profesyonel devrimci denebilir, düşünebiliriz, yalnız yetersiz olmasının yanında bir de çok eskitilmiş bir nitelemedir. Araştırmayı sürdürebiliriz, ama daha ileri gitmeden, Jön Türkler için yenilgiyi tanımayanlar diyebiliriz” .

1960 ve 1970’lerin soldaki efsane ismi Doğan Avcıoğlu ise Yahya Kemal’den alıntılayarak Jön Türkler hakkında şöyle yazmıştı, “Yeni Osmanlılar yerine Frenklerin deyişiyle Jön Türkler diye anılan aydınlar, rüşvetle satın alınmaya yanaşmadıkları ölçüde, sürülmek, susmak ya da Avrupa'ya kaçmak zorunda kalırlar. Yahya Kemal şöyle der: 1903’te Türk gencine göre siyasal yaşam neydi? Namık Kemal'in bırakmış olduğu bir gelenekti; içeride sürgün, dışarıda kaçak yaşamı. Bu gelenek gitgide Jön Türklük adını almıştır. İstanbul'da ise, Jön Türkler’e kısaca Con denilir. Con, başı belada adam demektir. Dışarıdaki tehlikeli kişiler Con'dur” .

Profesör Hikmet Özdemir ise şunları yazmıştır; “Bir siyasi tavır ve okul olarak İttihat ve Terakki bir vatanseverler hareketidir. Bilindiği gibi İttihat ve Terakki 1789 Fransız İhtilali’nin etkisindedir. Bir bakıma onların dönemi 1839'dan beri sürdürülen Osmanlı Yenileşmesi’nin son evresidir fakat çok dramatik bir gerçektir ki, İttihat ve Terakki Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecini hızlandırmıştır. Bununla birlikte Balkan Savaşı’nda, Trablusgarp’ta ve Dünya Savaşı’nda vatan toprakları için İttihat ve Terakki’nin önderleri ve kadroları gözlerini kırpmadan hayatlarını ortaya koymuşlardır ve canlarını vermişlerdir. 1920’de Sevr Antlaşması’yla birlikte Balkan ve Dünya savaşlarının kahramanlar kuşağından sağ kalabilenler bu defa Atatürk’ün önderliğinde Türk İstiklal Savaşı’na katılmışlar Türk ulusunun milli devletinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ve inşasında aktif görevler üstlenmişlerdir" .

Profesör Sina Akşin ise İttihatçıları şöyle anlatmıştır; “İttihat ve Terakki mekteplilerin siyasal örgütüydü. Sözü edilen mektepler 1827’de açılan Tıbbiye, 1834’te açılan Harbiye ve 1859'da açılan Mülkiye’dir. Bu okullarda ilk kez çokça denebilecek sayıda, düzenli olarak yeni adamlar yetişmeye başladı. Yeni adam demek çağcıl (modern) adam demekti. Yani ortaçağcıl olmayan özgür kafalı insanlar. Bu insanlar böyle bir dönüşümden sonra topluma bir ölçüde yabancılaşmış oluyorlardı. Başta onları yetiştiren devlet kendilerini bağrına basmıyordu. Fakat devlet onlara gereksinimi olduğunu bildiği için yine de onları yetiştirmek, yetişince onlara belirli görevler vermek zorunluluğunu duyuyordu. Çünkü batmakta olan imparatorluğun ancak onların çatışmalarıyla ayakta kalabileceğinin farkındaydı. Devlet kerhen de olsa onlara tahammül etmek durumundaydı” .

Profesör Metin Heper ise Jön Türk hareketi ve İttihat ve Terakki ile başlayan Türk milliyetçiliğini şöyle izah ediyordu; “Osmanlı Padişahlarının önce Osmanlılığa sonra Osmanlı-İslamcılığa sarılarak imparatorluğun bütün unsurlarını hanedanlık şemsiyesi altında tutmak için gösterdikleri büyük çabalara karşın, gayrimüslim unsurlar Osmanlıcılık, Türk olmayan Müslümanlar da Osmanlı-İslamcılık formülünü reddettiler. Bu nedenle ülkeyi dağılmaktan kurtarma sorumluluğu geri kalan Türklerin omuzlarına yüklendi. Bu durum Türkler arasında daha önce bulunmayan bir ulusal bilinç duygusunun geliştirilmesini zorunlu kıldı. Ulusal bilinçten kaynaklanan ulusal birliğin Türkleri bir arada tutabileceği ve böylece imparatorluğun artakalan topraklarını savunabilecekleri düşünüldü” .

Genellikle yurtdışında okuyan veya bir süre yurtdışında sürgünde yaşamak zorunda kalan İttihatçılar hakkında ilginç bir yorum da onların idealizmlerinden etkilenen araştırmacı yazar Soner Yalçın tarafından yapılmıştır; “Kaybetmeyi onurlarına yediremeyen bir kuşaktı onlar, asi delikanlılar kuşağı" .


Günümüzde İttihat ve Terakki dönemi hakkında yazılan eserler genellikle Osmanlı’nın yıkımına neden siyasi gelişmeler ve savaşlar ile “triumvira” yönetimi liderlerinin hayat hikayeleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Son dönemde artan “sözde Ermeni soykırımı” iddiaları nedeniyle “tehcir” meselesi üzerine de pek çok yayın yapılmıştır. Ayrıca İttihatçı liderlerin ve fedailerin kahramanlıkları üzerine bir ulusalcı literatür de oluşmaya başlamıştır. Ancak İttihat ve Terakki döneminin siyasal bilimler açısından atlanan veya görmezden gelinen bir diğer çok önemli unsuru bu dönemde hâkim olmaya başlayan ve Kemalist Devrim’e de kaynaklık etmiş modernleşme anlayışı ve çabalarıdır.


Dağılmakta olan bir imparatorluğu kurtarmak için büyük bir azimle ve sert metotlarla hareket eden İttihat ve Terakki hareketi, üst üste alınan ağır yenilgiler ve büyük toprak kayıplarının yarattığı travmatik atmosfer içerisinde, devletin kurtuluşu için gerekli olan reçeteyi her alanda çağdaşlaşmak ve dönemin ileri Batı medeniyetini yakalamak olarak görmüş ve bu nedenle çeşitli alanlarda reform paketlerini uygulamaya sokmuşlardır. Feroz Ahmad’in çok doğru bir şekilde tespit ettiği şekilde İttihatçılar bu kaos ortamında devleti yeniden canlandırmak ve dünya devletleri arasında söz sahibi yapabilmek için adeta kumar oynuyor ve “ya hep, ya hiç” mantalitesiyle hareket ediyorlardı . Ancak çağdaşlaşma çabalarının yabancı devletlerin çıkarlarıyla çatışması nedeniyle İttihatçılar dış ve iç politikada büyük zorluklarla karşılaşıyor ve içeride karşılaştıkları -dışarıdan da büyük destek bulan- dine dayalı liberal propaganda karşısında baskıcı yöntemler uygulamaktan kaçınmıyorlardı. İttihat ve Terakki yönetimin çağdaşlaşma anlamında attığı en önemli adımlardan birisi kuşkusuz 9 Eylül 1914 tarihinde kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırmasıdır. Bu çabaların da etkisiyle 2 Ağustos 1914 tarihinde yapılan Türk-Alman ittifakı ile Osmanlı Devleti uzunca bir süre sonra bir Avrupalı devlet tarafından eşit olarak kabul edilmiştir .


İttihat ve Terakki döneminin ayırt edici özelliklerinden birisi eğitim alanında yapılan reformlardır. Tanzimat döneminden başlayarak devletin Batı karşısındaki çaresizliğini ortadan kaldırmak için eğitimi bir kurtuluş yolu olarak gören Osmanlı aydınlarının etkisiyle İttihatçı dönemde eğitime büyük yatırım yapılmıştır. İttihatçı yönetim Edirne’yi kurtarmak için para bulamadığı dönemde dahi eğitim bütçesini istikrarlı bir şekilde arttırmıştır. 1908 yılında 200 bin lira olan eğitim bütçesi 1909’da 660 bin, 1910’da 940 bin, 1914’te ise 1.237.000 liraya çıkmıştır . Bu dönemde yabancı ülkelere çok sayıda öğrenci gönderilmiş, yurtdışından çeşitli alanlarda uzmanlar getirilerek eğitim kalitesi arttırılmıştır. Ordudaki subay eksiğine rağmen Birinci Dünya Savaşı sırasında askerlik çağındaki öğretmenler askerlikten muaf tutulmuştur. Halk eğitiminin gelişmesi için Milli Talim ve Terbiye, Halka Doğru ve Türk Ocakları gibi dernekler kurulmuştur. Bu derneklerin çabalarıyla İttihat ve Terakki döneminde vatandaşın eğitilmesi için sayısız konferans düzenlenmiştir. Özellikle köylüler ve kadınların bilinçlendirilmesi için özel çaba gösterilmiştir. Ayrıca yabancı okullarda Türkçe ile tarih ve coğrafya dersleri okutulması zorunlu kılınmıştır. Türk dil ve kültürüne uygun yeni okul kitapları hazırlanmış ve yabancı klasikler dilimize çevrilmiştir.


İttihat ve Terakki döneminde sanat alanında da önemli gelişmeler olduğunu görüyoruz. Öncelikle 1916 yılından itibaren her yıl bir devlet resim sergisi açılmış ve devlet resim başta olmak üzere tüm sanat dallarının yaygınlaşması için büyük çaba göstermiştir. Bu nedenle İstanbul’da biri kadınlar, biri erkekler için iki konservatuar kurulmuştur. Batı müziğinin Anadolu’ya girişi de bu sayede olacaktır. Devlet tiyatronun gelişmesi için İstanbul’daki tiyatrolara maddi yardım yapmış, bir aktör yetiştirme okulu da açılmıştır. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ilk Türk kadın tiyatrocuları sahne almaya başlamıştır. Ayrıca Türk mimarisi, hattatlık ve tezhip gibi alanlarda canlandırma amaçlı çeşitli çalışmalar yapılmıştır. İttihat ve Terakki döneminde sürmekte olan savaşa ve askeri önceliklere rağmen sanata verilen önem gerçekten çok dikkat çekicidir.


Eğitim ve sanattan öte İttihatçı dönemin en önemli özelliği modernleşme ve laikleşme açısından önemli somut hukuki adımların atılmış olmasıdır. 1916 yılı parti kongresinde hükümet; Şeriat ve modern kanunlar arasındaki ikiliği ortadan kaldırmak için bir kanun tasarısı hazırlamış ve tasarı ezici bir çoğunlukla kabul edilmiştir . Tasarıya göre bütün Türk vatandaşları için din farkı olmaksızın evlenme esası getirilmiştir. Dinci çevrelerden gelen büyük protestolara rağmen Kuran Türkçe’ye çevrilmiş, geleneksel Cuma hutbeleri Türkçe yapılmaya başlanmıştır. Dinci yayın organları kapatılmış, toplumun dinsel dogmatizm etkisinden kurtularak laikleştirilmesi süreci başlatılmıştır.


İttihat ve Terakki dönemi kadın hakları açısından da son derece önemli adımların atıldığı bir dönemdir. Bu dönemde üniversiteler ve liseler kadınlara açılmıştır. Ziya Gökalp gibi Feminizm akımını ülkeye tanıtan ilerici düşünürler; çarşaf ve örtünme aleyhtarı yazılarıyla kadınların çarşaflarını çıkarmasalar bile yüzlerini açabilmelerini sağlamışlardır. Enver Paşa savaşta erkeklerin yerine kadınların çalışabilmesi için bir dernek kurmuş, bu sayede ordu atölyelerinde binlerce kadın çalışmıştır. İlk kadın iş taburu bu dernek sayesinde kurulmuştur. Tabur, Birinci Ordu hizmetinde cephe gerisinde görev yapmıştır. Kadınlı erkekli sosyal toplantılara ağırlık verilmiş, toplumun gerici uygulamalardan kurtularak kadının da yer aldığı modern hayata alışması için gayret gösterilmiştir. Gregoryen takvimin kabulü, ağırlık ve uzunluk ölçülerinde birlik, dil reformu ve izcilik kanunu bir çok önemli gelişme de İttihat ve Terakki döneminde yapılmıştır. Latin harflerinin kabulü düşünülmüş ancak onun yerine eski yazının çeşitli biçimlerde okunmasını engellemek amacıyla Enver Paşa tarafından Arap harflerine bağlı kalınan sınırlı ölçekte bir harf inkılabı da yapılmıştır. Yeni futbol takımlarının kurulması ve önceden kurulmuş olanlarla beraber düzenli bir şekilde maç yapar hale getirilmesi de İttihatçı dönemin getirdiği yeniliklerden birisi olmuştur.


Ekonomik alanda da milli ve çağdaşlaşmacı bir duruşu olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Partisi, tüm ekonomik özerklik taleplerine karşın yabancı sermayeye olan ihtiyaçlarının farkında oldukları için bu alanda çeşitli girişimlerde bulunmuş ve özellikle Japon modernleşmesinin etkisinde kalarak bu ülkeyle ekonomik ilişkileri geliştirmek istemiştir . Ancak Batılı devletlerin İttihatçıların giderek kendilerine daha fazla meydan okuyan ve halkı mobilize etmeye başlayan milliyetçi cereyanından ürkmesi neticesinde yabancı sermaye destekli ekonomik kalkınma projesi başarıyla gerçekleştirilememiş ve Japonya ile hayal edilen ölçüde ilişkiler kurulamamıştır. İttihat ve Terakki döneminde mali alanda yapılan reformlarla hükümet gelirleri yükselmesine karşın, çöken devletin mirası olan büyük dış borç neticesinde ilerleyen yıllarda bütçe açık vermeye başlamıştır . Ekonomide Alman sosyalist silah tüccarı Alexander Helphand’in (Parvus Efendi) fikirlerinden etkilenen İttihatçılar liberal tabuları yıkarak, kalkınmacı-korumacı bir anlayışla Müslüman-Türk burjuvazisini güçlendirmeye çalışmıştır. Tarım alanında da toprak reformu gibi devrimci projeleri olmasına karşın, ticaret ve sanayiye daha fazla önem veren İttihatçılar, gelen baskılar neticesinde tarımı modernleştirme ve ticarileştirmeye yönelik reformlarla yetinmişlerdir.


Jön Türkler ve İttihat ve Terakki hareketleri üzerine derinlemesine araştırmalar yapan Erik-Jan Zürcher’in de açıklıkla belirttiği gibi Kemalist Devrim’in Altı Ok’unu oluşturan ilkelerin temelleri devrimden on yıllar öncesinde atılmaya başlamıştır. Mesela zaten Türk toplumsal yaşantısına yabancı olmayan ancak Osmanlı İmparatorluğu döneminde kısmen gölgelenen laiklik akımının yeniden oluşması ve güçlenmesinde Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet ve Ziya Gökalp gibi aydınların büyük katkıları olmuştur . Türk milliyetçiliği ise Kemalist Devrim öncesinde özellikle elitler arasında oldukça gelişmiş ve kendini güçlü bir şekilde ortaya koymuş bir akımdır. İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi düşünürler Kemalist milliyetçiliğin resmen kabulünden çok önce onun temel motiflerini eserlerinde kullanmışlardır. Devrimcilik veya İnkılapçılık ilkesi; Kemalist ideolojide İttihat ve Terakki komitacı devrimciliğinin ötesinde bir anlam kazansa da, İttihatçıların reformizminden fazlasıyla etkilenmiştir . İttihatçıların Fransız pozitivizmi etkisinde oluşturdukları Halkçılık ilkesi ve Devletçilik anlayışı da muğlaklığına rağmen Kemalist Devrim’e önemli ölçüde ilham kaynağı olmuştur.


Tüm bu ilerici adımlardan görüldüğü üzere Kemalist Devrim’in her devrimde olduğu gibi Jakoben özellikleri bulunmasına karşın, bu devrimi gerçekleştirenler uzaydan gelmiş değildir. Prof. Şerif Mardin ve takipçilerinin Kemalizm’i “sosyal devrim” kategorisine sokmamaları ve adeta bir “saray darbesi” konumuna indirgemeye çalışmaları bu gerçeği değiştirmez. Kemalist Devrim’in izleri ve toplumsal tabanı entelektüel alanda Jön Türkler hareketinde, siyasal olarak da İttihat ve Terakki döneminde rahatlıkla bulunabilir. Zaten Norbert Von Bischoff’un da dediği gibi “Hazır olmayan şeyi, en keskin fikir dahi hayata çağıramaz ve fikrin nefesi kendisinde değmedikçe, en hazır olay şey dahi hayata kendiliğinden doğamaz” . Burada eleştirilmesi gereken nokta entelektüel dönüşüm ve sosyal değişimin Osmanlı Devleti’ndeki askeri sınıfla (saray, bürokrasi, ordu) ve tebâ (halk) arasındaki uzak mesafe, iletişimsizlik ve etkileşimsizlikten kaynaklanan merkez-çevre karşıtlığı nedeniyle dar bir alanda gerçekleştirilmiş olmasıdır. Tabii ki bu dönemdeki liderlerin vizyonları Mustafa Kemal kadar ileri de değildir. Dahası siyasal konjonktür Mustafa Kemal’in atacağı adımların o dönemde atılabilmesini imkansız kılmaktadır. Ancak Jön Türkler ve İttihat ve Terakki döneminde atılan ilerici adımlar bir anlamda toplumu ve özellikle de merkezde yer alan dar askeri, bürokratik ve entelektüel kadroları Kemalist Devrim için hazır hale getirmiştir. Bu nedenle günümüzde İttihatçı dönemin ve Jön Türklerin neo-liberal çalışmalarda hedef tahtası haline getirilmesinde ve çağdaşlaşmacı unsurlarının görülmemesinde genel olarak Kemalist Devrim’e ve modernleşmeye duyulan bir tepkiden söz etmek sanırım yanlış olmayacaktır. Yine bugünlerde “milli irade” sözünü ağızlarından düşürmeyen ve demokrasi havarisi kesilenlerin; Türkiye’nin padişahlık yönetiminden meşruti monarşik bir rejime geçmesini, Meclis’in kurulmasına sağlamış İttihatçılara düşmanlık gütmeleri, kafalarında yeniden II. Abdülhamid dönemine benzer bir tek adam yönetimi hayali olduğu düşüncesini bizlere vermektedir. Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi ve Türkiye’nin modernleşmesini incelemek isteyenlerin muhakkak ki öncelikle Jön Türkler ve İttihat ve Terakki geleneğini incelemeleri ve Kemalizm’in doğuşunu ve sınıfsal kökenlerini bu dönemde aramaları gerekmektedir.

KAYNAKLAR
- Heper, Metin, Türkiye Sözlüğü, 2006, İstanbul: Doğu Batı Yayınları
- Heper, Metin, Devlet ve Kürtler, 2008, İstanbul: Doğan Kitap
- Akşin, Sina, Kısa Türkiye Tarihi, 2007, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- Akşin, Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, 2006, Ankara: İmge Kitabevi
- Küçük, Yalçın, Şebeke – Network, 2002, İstanbul: Yazı-Görüntü-Ses Yayınları
- Özdemir, Hikmet, Doğan Avcıoğlu Bir Jön Türk’ün Ardından, 2000, Ankara: Bilgi Yayınevi
- Özdemir, Hikmet, Üç JönTürk’ün Ölümü, 2007, İstanbul: Remzi Kitabevi
- Yalçın, Soner, Efendi, 2004, İstanbul: Doğan Kitap
- Avcıoğlu, Doğan, Türkiye’nin Düzeni, 1974, İstanbul: Cem Yayınevi
- Ahmad, Feroz, İttihat ve Terakki 1908-1914, 2004, İstanbul: Kaynak Yayınları,
- Ahmad, Feroz, İttihatçılıktan Kemalizme, 1999, İstanbul: Kaynak Yayınları
- Zürcher, Erik-Jan, “Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce cilt 2 Kemalizm, 2004, İstanbul: İletişim Yayınları


Ozan Örmeci