17 Eylül 2014 Çarşamba

ŞEHİD İ ALA GAZİY İ NAMDAR ENVER PAŞA



“Osmanlı’nın çöküşü de kuruluşu gibi bir destandır. Çöküşün kahramanları olan neslin bayraktarı Enver Paşa’dır. Onların varlığıyla imparatorluğun çöküşünü birlikte düşünmek şaşırtıcıdır ve haksızlık gibi görünür. Onların yürekleri dağ gibiydi; hayalleri de öyle…” –Nevzat KÖSOĞLU

İsmail Enver…
Birçok dönemde oldukça tartışmaya açılmış, üzerinde haklı-haksız olarak birçok yorum yapılmış bir isim. Enver Paşa, Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin büyük bir kısmını etkilemiş bir kahramandır. Kahraman diyorum, çünkü Osmanlı Devleti’nin son dönem neslinin bayraktarlığını yapmış bir komutandan söz etmekteyiz. Bu nesil ki, daha sonra Anadolu’da milli mücadelenin başında yer alacak ve Türkiye’nin geleceğinde başrolü oynayacaktır.

Kişiliği ve Manevi Dünyası
Bu hususta çeşitli kaynaklardan örnek vermek istiyoruz ki, Enver Paşa hakkında salt duygusal bir betimleme yapmadığımız belli olsun.

Enver Paşa ile henüz yüzbaşı iken kendisi ile 3 yıldan fazla çalışmış olan ve onun Genel Kurmay Harekât Dairesi Müdürü olarak atamış olduğu İsmet İnönü, Paşa’nın kişiliği ile ilgili şu açıklamalarda bulunmaktadır;

“Enver Paşa ihtilalden önce ahlak, cesaret ve kahramanlık misali olarak tanınmıştır. Enver’e en çetin kıt’a hizmetleri tam ve itimatla emniyet edilmiştir. Enver Paşa şahsi meziyetleriyle iyi bir asker, iyi bir subay olarak, cemiyetin kusur olarak bildiği unsurlardan, insanın tasavvur edemeyeceği kadar nasibi olmayan bir tiptir. Askeri vasıfları bakımından vazifesever, çalışkan ve korku nedir bilmez müstesna kahraman olarak askerliğin aradığı ölçülerin en yukarı seviyesinde yer almıştır… Kahramanlığını, cesaretini, gözüpekliliğini tekrar belirtmeliyim. Büyük emeller gütmüştür; mesela belki de Timurleng’i düşünmüştür.” [1]

Ramazan Balcı’nın çeşitli kaynaklardan derlediği Enver Paşa’nın kişilik değerlendirmesi ise şöyledir;

“O’nu yakından tanıyan herkesin üzerinde birleştiği nokta Enver’in bir insan olarak mükemmel ahlaki değerlere sahip olduğudur. Bir gün bile hiddetlendiğini, ağzından çirkin ve kaba bir sözün çıktığını gören olmamıştır. Kızıp öfkelendiği zamanlarda bile ölçülü konuşmasını bilir. Sır saklamak ve niyeti dışa vurmamak hususunda olağanüstü bir kudreti vardır. Bir insanın çıkabileceği en yüksek makamlara yükseldiği halde samimiyetini ve alçakgönüllülüğünü kaybetmemiştir. Keskin bir zekâ ve yaradılışından edeb ve terbiye sahibidir… Ruhunda o kadar azim ve sebat vardı ki, bunu yenmek mümkün değildi. Hayatında attığı adımların hiç birini geri çektiği görülmemiştir…. Makedonya’daki çete savaşlarındaki haklı ününü de bu şekilde, en az on kere ölümden dönerek kazanmıştır. Trablusgarp’ta gülleler arasında dolaşır, Başkomutan’dır ve yine avcı hattındadır. Nihayet Belcivan’da ölüme giderken bir avuç atlının en önündedir.” [2]

Paşa’daki İslam ahlakı ve peygamber sevgisi hususunda General Ali Fuat Erden tarafından ifade edilenler onun manevi dünyasını gözler önüne sermektedir.

“Enver Paşa’nın bu iman ve itikadına Medine’yi ziyaretinde yakından şahit olmuştum. İstasyondan doğru Ravza-i Mutahhara’ya yaya olarak gitti… O asıl Komutanın, Peygamer’in huzuruna gitmekte idi; ona saygılarını sunmağa, asilin vekile emanet ettiği vazifenin hesabını arzetmeğe gitmekteydi. Enver Paşa benliğinden geçmiş, ellerini göğsünün üzerinde saygı ve taatle bağlamış; başını öne eğmiş, sessiz sessiz ağlıyordu. Ve bütün bu yürüyüş esnasında biteviye ağlıyor, gözlerinden yaşlar döküyordu.” [3]

İslam’ı benliğinde oldukça dolu bir şekilde yaşaması ve mükemmel bir kader inancına sahip olması, onun, birçok zaman üstün ahlakı ve cesareti ile tanınmasını sağlamıştır. İnatçı ve azimkâr yönüne bakıldığında bunun bir ihtiras sonucu edinilmiş huy olmadığı, tam aksine Osmanlı Devleti’nin geleceği ve cihad anlayışının Paşa’da bıraktığı manevi etkiden kaynaklandığı görülmektedir.

Milli Mücadele Dönemi ve Hakkında Yapılan Propagandalar
Milli mücadelenin uğraşını veren askerlerin önünü Enver Paşa’nın açmış olması bakımından kendisinin milli mücadele ruhunun temelini attığını açıkça ifade edebiliriz.[4]

-Orduda kurmay heyeti gençleştirme politikası sayesindedir ki, bir Mustafa Kemal’den, İsmet İnönü’den, Kazım Karabekir’den, Fahrettin Altay’dan, Ali Fuat’tan büyük bir minnet ile söz edebiliyoruz. Aynı zamanda Paşa’nın ordunun siyasetten ayrı tutulması hususundaki çabaları da Osmanlı Ordusu’nun Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna değin ayakta durmasının altında yatan büyük etkenlerden birisidir. Anlattığımız bu iki uygulamanın daha sonra aynı şekilde Cumhuriyet Türkiyesi’nde Mustafa Kemal tarafından yapılmağa çalışıldığını görmekteyiz.-

Ne yazıktır ki, milli mücadele sırasında Enver Paşa’nın varlığından ve Anadolu’da varolan etkisinden rahatsız olan birçoğu, Paşa hakkında Anadolu’da yoğun bir propaganda içerisine girmişlerdir. Aşağıda yer alan Kazım Karabekir bahsi bu durumun örneklerinden bir tanesidir:

Balkan Savaşı sırasında, İttihatçılık yaptığı için asker içinde bozgun çıkartma gerekçesi ile Divan-ı Harb’e verilen Karabekir, cezalandırılarak ordudan atılmıştır. Savaş Bakanı olan Enver Paşa, “Kazım iyi insandır; bu hatasını telafi eder.” diyerek Divan-ı Harb kararını yırtıp atmıştır.[5] Buna rağmen Milli mücadelenin başlatıldığı yıllarda Enver Paşa’nın Sovyet Rusya’da bulunmasına binaen Karabekir Paşa’nın, Mustafa Kemal Paşa ve İnönü ve Fevzi Çakmak’a çekmiş olduğu telgraflarda, Anadolu’da Enver Paşa aleyhine propaganda yapmak gerektiğini, Enver Paşa’nın etkisinin artması durumunda milli mücadelenin tehlikeye düşeceği gibi ifadeler yer almaktadır. 26 Mayıs 1921 tarihinde Fevzi Çakmak’a çektiği telgraf işin esasını açıkça ortaya koymaktadır;

“Bilhassa Acara ve Batum’da Enver’in programını izahla Bolşevik olduğunu, dinden çıkarak kadınların erkeklerle birlikte açık gezeceklerini halka anlatarak dini duyguları tahrik olunuyor. (Burada anlatanlar Karabekir’in görevlendirdiği propagandacılardır) Programın memlekete vuracağı felaket dâhil olunarak Enver’in şahsına saldırılmalıdır…” [6]

Kazım Karabekir’in bu propagandaları pek başarılı olmayınca bu dönemden sonra propagandalar özellikle Sarıkamış yenilgisi üzerine yoğunlaşacak ve ortaya atılan abartılı ifadelerle gerçekler saptırılacaktır. Bu harekât üzerinden yapılan propagandalar günümüze değin etkisini sürdürmüştür. Ne yazıktır ki, “Doksan bin kişinin Allahu Ekber Dağları’nda tek kurşun atmadan donduğu” safsatalarının Enver Paşa’yı değil, Sarıkamış’ın büyük kahramanlarını ve aziz şehitlerini aşağıladığı fark edilememiştir. Enver Paşa’nın Sarıkamış Harekât Planı günümüz birçok askeri otoritesi tarafından mükemmel olarak görülmektedir.

Verilen talimatların kimisinde kolordu komutanlarının gevşek davranmaları, Rusların aldıkları geri çekilme kararının alınan ikinci bir kararla uygulanmaması, Rus Plaston Tugayı’nın[7] tesadüfen Sarıkamış garnizonunda bulunmaları, Rusların Aras boyundaki birliklerin geri çekilip bunların Sarıkamış’a takviyesinin durdurulamaması, hava şartları, askerin yorgunluğu gibi nedenler Sarıkamış’ta yenilgiyi hazırlamıştır.[8] Kösoğlu, Sarıkamış Harekâtı’nın zaferden hezimete dönüşmesinde meydana gelen olaylar hususunda;[9]

“Bu harekâtı Rusların kazanması için bütün şartların meydana gelmesi lazımdı, bizim kazanmamız için ise, bunlardan herhangi bir şartın olmaması yeterliydi. Bütün bu şartlar bir araya geldi ve zafer Ruslara güldü.”

Bu harekât gerçekleşirken Enver Paşa’nın İstanbul’da partide eğlendiğini öne sürenler, aynı kişinin İstanbul’da değil de, Sarıkamış’ta askerleri ile donma tehlikesi geçirdiğini ve doktorunun atın karnını yarıp Paşa’yı içine sokarak bu şekilde donmaktan kurtardığını bilmezler.  -Yine 90 bin efsanesi de o günlerin Rus propagandasından gelmektedir. Fakat daha sonra Sarıkamış’taki Rus ordusunun generali Maslovski’nin verdiği bilgilerde, ölen Osmanlı askerlerinin sayısının 23 bin olduğunu ve bu sayıya Hamamlı’daki esir kampında can veren 5 bin askerimizin de dâhil olduğu bilinmektedir. Bu sayı Necip Fazıl Kısakürek’in eserlerinde 26 bin, Nevzat Kösoğlu’nun edindiği ve o tarihte şehitlerimizin cenazelerini kaldıran imamların vermiş olduğu sayı 12 bin olarak belirlenmiştir.-

Kazım Karabekir’in telgraflarında göz önüne almadığı husus şudur ki, milli mücadelede itilaf devletlerine karşı Sovyet desteğinin alınması için Enver Paşa olanca gücü ile çalışmaktadır. Birçok okuyucu bu yazılanlara katılmayabilir ya da Paşa’yı Rusçuluk yapmakla itham edebilirler. O kişilere şunu sormak lazımdır; Sovyet desteğini kabul eden Mustafa Kemal Paşa hakkında, ‘günün şartlarına uygun davrandı’ şeklinde savunu yapılırken, neden Enver Paşa için aynı şey söz konusu olmuyor? Diğer yandan şunu da unutmamak gerekir ki, eğer Enver Paşa milli mücadelenin başına geçmeyi isteseydi Sakarya Muharebesi esnasında Batum’da beklemek yerine doğrudan emrindeki kuvvetlerle Anadolu’ya girip komutayı eline çok rahat bir şekilde alabilirdi. – Kafkas-İslam Ordusu’nun ve Anadolu’daki (Karadeniz Ahalisi başta olmak üzere) Enver Paşa’ya olan desteğin yadsınamaz derecede etkili olacağını da hesaba katmak gerekir.- Yunanların Ankara’ya yakın olduklarını ve Anadolu’ya girdiği takdirde çıkacak olan en ufak bir karışıklıkta bile Yunan ilerleyişinin hızlanacağını düşünerek Paşa, Sakarya Savaşı sonucunu bekleme kararı almıştır. O zamanlar onca şeyi akıl edenler bunu mu gözden kaçırmışlardır?!

Mustafa Kemal Paşa İle İlişkisi ve Bu Hususta Yazılanlar
Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa ile aralarında çekememezlik, düşmanlık bulunduğu düşüncesine gelir isek, Mustafa Kemal Paşa’nın Enver Paşa’ya karşı büyük bir zaafının olduğunu öncelikle ifade etmemiz gerekir. Buna, Çanakkale Muharebeleri’nde Enver Paşa’nın karargâhları teftiş ederken Anafartalar Cephesi Grup Komutanı olan Mustafa Kemal Paşa’nın da yer aldığı karargâha gitmemesi, durumun kısa bir süre önce Albay olan Mustafa Kemal Paşa’ya oldukça ağır gelmiş olması ve işi istifaya kadar götürmesini örnek verebiliriz.[10] Bundan başka olarak bu iki başarılı Osmanlı Türk askeri mektuplaşmalarının birçoğunda birbirlerine, “kardeşim, sevgili biraderim…” gibi hitaplarda bulunmuşlardır. Yıkıcı rekabetin hitabı bu şekilde midir? Enver Paşa’nın 16 Mart 1921’de Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta;

“Umarım Mustafa Kemal Paşa da Kazım Karabekir’in benimle ilgili Rus ordusuyla Anadolu’ya girip burada Bolşevikliği tesis edeceğime dair dedikoduların önüne geçmiş olacaktır”[11]

derken bile Mustafa Kemal Paşa’ya olan inancı gözler önüne serilmektedir.

Naciye Sultan’a yazmış olduğu şu mektup Enver Paşa’nın gözündeki Mustafa Kemal’i bize bir defa daha tam manası ile yansıtmaktadır:

“…Hayat kısa, ölüm ise mukadderdir. Öyleyse ölümden korkmak niye, bir kimse rahat yatağında ölmektense şehit olarak ölmeye niye gayret etmesin? Hâlbuki şehitlik mutlak ölüm(yokluk) değildir. O, yeni bir hayata, hem de ebedi bir hayata kavuşmaktır. Bu arada benim senden ilk isteğim, çocuklarımın da benim(askerlik) mesleğimde yetiştirilmesi ve onların da vakti zamanı gelince İslam’a hizmet için harp meydanlarına gönderilmesidir. İkinci bir arzum daha vardır: O da Mustafa Paşa ile ilgilidir. Onun başarıya ulaşması için mümkün olan hiçbir yardımı esirgeme. Zira Allah (c.c.) onu bu memleketi düşmandan kurtarmak ve korumak için seçip göndermiştir…”[12]

Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa hakkındaki düşüncelerinden bir başka örneği de şöyledir;

Kuşçubaşı Eşref Beğ, Trablusgarp’ta Enver Paşa’nın cepheleri gezdiği sırada çekmiş olduğu at üstündeki resmini daha sonra İstanbul’da Enver Paşa’nın evinde tablo olarak görür. Eşref Beğ oldukça şaşırır. Şaşkınlığı, resmin özgün halinde Paşa’nın sağ arka kısmında Mustafa Kemal Paşa olmasına rağmen, duvardaki tabloda görünmemesidir. Bunun sebebini sorunca da, Enver Paşa;

-          Mustafa Kemal şimdiye kadar kimseden geri kalmamıştır. Ya tam en önde yer almıştır ya da hiç yer almamıştır. Bu onun karakteridir. Ben de bu resimde onun şahsına karşı saygısızlık etmemek için onu göstermedim.[13]

Yine konu ile ilgili olarak Mustafa Kemal Paşa’nın Enver Paşa’nın şahadetini öğrendiği vakit söylemiş olduğu:

Enver bir güneş gibi doğmuşbir gurûb ihtişamıyla batmıştır.” sözü bizler için birçok şey ifade etmektedir.

Özellikle Mustafa Kemal Paşa’nın yanındaki kimi şakşakçı güruh, kurulan yeni rejimi halka ve yeni nesillere daha iyi benimsetebilmek için bu gibi birçok asılsız iddialar ve söylemlerle bu iki yiğit komutanı birbirine düşman olarak göstermeğe çalışmışlar ve belli bir oranda da başarı sağlamışlardır. Bu sebeptendir ki, yeni neslin gözünde Mustafa Kemal Paşa kurtarıcı, Enver Paşa ise hayalperest bir haindir!

Trablusgarb savunması başta olmak üzere birçok şanlı mücadele, tarih kitaplarımızda Mustafa Kemal Paşa’nın büyük özverisi dâhilinde anlatılırken, Enver Paşa, Kuşçubaşı Eşref Beğ, Süleyman Askeri Beğ, Halit Kut Beğ, Nuri Conker Beğ ve bunlar gibi nice yiğit Osmanlı komutanları sadece bir cümle ile geçiştirilmektedir. –İlkokul ve ortaokul yıllarımızda derslerimizde gösterilen tarih konuları göz önüne getirilecek olunursa durum daha iyi anlaşılacaktır.-

Enver Paşa’nın şu sözleri onun Trablusgarb hakkındaki düşüncelerine ışık tutmaktadır;

“…Ben ve arkadaşlarım sizler gibi düşünmüyoruz. Bir vatan parçası, ona bağlı olanlar hayatta nefes aldıkça, elleri silah tuttukça ve atacak kurşun da varsa, utanç içinde terk edilemez. Biz Trablusgarb’ı Türk ordusunun şeref ve haysiyet sahibi mensupları olarak sonuna kadar savunacağız. Sizden de hükümet olarak beklediğimiz, bize engel olmamanızdır.” [14]

Enver Paşa’nın onca büyük uğraşı, zekâsı ve ileri görüşlüğü sayesindedir ki, İtalyanlar burayı ancak 1930’larda egemenlikleri altına alabilmişlerdir. Paşa balkan savaşları sebebi ile İstanbul’a dönmek zorunda kalınca mücadeleyi sürdürmesi için ilk başta kardeşi Nuri Paşa ile birlikte Süleyman Baruni’yi (Trabluslu mücahid) 1915’te Trablusgarb’a gönderir. Daha sonra Nuri Paşa’yı Kafkas-İslam Ordusu’nun başına atayarak onun yerine şehzade Osman Fuad Efendi’yi göndermiştir.[15] Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar Trablusgarb ile yakından ilgili olan Paşa’ya daha önce aynı mücadelede Sunüsi Tarikatı[16] başta olmak üzere bütün Libya halkı krallık teklif etmişlerdir. Fakat kendisi Osmanlı Hanedanlığı’na ve devlete bağlılığını belirterek bu teklifi geri çevirmiştir. Bu hususta Haley, Trablusgarp’taki başarının en büyük mimarının Enver Bey olduğunun altını çizerken, ortadaki tabloyu, bir başarıdan çok mucize olarak nitelemektedir.[17]

Çanakkale bir zafer olduğu için orada Mustafa Kemal Paşa’nın büyüklüğü[18] ön plana çıkarılırken, Sarıkamış yenilgisi Enver Paşa’ya mal edilir. Nedense iki farklı muharebenin de Başkomutanının Enver Paşa’nın olduğu görmezden gelinir. Osmanlı Devleti, Sarıkamış’tan başka olarak Kanal Harekâtı’nda da başarısız olmuştur. Yemen Cephesi’nde de istenilen başarı tam anlamı ile elde edilememiştir, ama o cephelerde görevli komutanlar pek fazla eleştiriye tutulmazlar. Yoksa o cepheler aslında yok muydu? Ya da o cephelerde kaybeden Osmanlı Devleti değil miydi?

Okuyanlar, ‘Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı’nda ne işi vardı?’ diyebilirler. O dönemde Osmanlı Devleti’nin ancak denge politikası ile ayakta durmağa çalıştığı göz önünde bulundurulursa ve Avrupa’daki gruplaşmanın devamında, çıkması muhtemel bir savaşta devletin yalnız başına karşı koyamayacağı düşünülürse Osmanlı Devleti’nin neden bir ittifak arayışında bulunduğuna ve devletin savaşa girmesinin neden mecburi olduğuna cevap verilmiş olunur. O ittifakın da zaten Almanya’dan başka bir devlet ile yapılması mümkün değildir. Enver Paşa’yı sırf bu yüzden Alman hayranı olarak suçlayanlar, devletin mecburen Alman yanlısı politika uyguladığını ve savaşta Almanların büyük yardımı ve desteği sayesinde ayakta kalabildiğimizi unutuyorlar sanırım. Ziya Şakir, Osmanlı yöneticilerinin Almanya’yı isteyerek tercih etmediklerini, tam tersine yalnızlığa terk edildiğinden dolayı savaşa Almanya yanında girmek zorunda kaldıklarını belirtir.[19] Bundan başka olarak Ziya Nur Aksun bu hususta Enver Paşa’yı savunarak şunu demiştir;

“Bugün Türk ordusunun ve askerinin dünya kamuoyunda ve askeri mahfillerinde bir ismi varsa, bunu, Birinci Dünya Savaşı’nda gösterilen savaş gücüne ve yeteneğine borçluyuz. Bu sonuçta ise, büyük bir imanla dolu olan Enver’in payını unutmamak gerekir.”[20]

Hamidiye kahramanı Rauf Orbay ise olaya biraz daha farklı yaklaşır. Enver Paşa’nın Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na sokmakla suçlandığını belirten Orbay; “Zira biz umumi harbe girmemiş olsaydık, o zaman İngilizlerin müttefiki olan Ruslar Türkiye’ye girerlerdi. Biz eğer harbe girmemiş olsaydık, Rusya’da Bolşeviklik inkılabı olmaz, Çarlık idaresi devam eder ve bu idare hele büyük bir harbin galibi olunca, öteden beri göz diktiği Boğazlar ve İstanbul’u mutlaka ele geçirme yolunu tutardı. Öte yandan müttefikimiz olan Almanlar da para veriyorlar, top veriyorlar ve harbe girmemizi istiyorlardı. Pek sıkışmış durumdakilerin bu istekleri idare edilemezdi. Zira o zaman Almanlar biz bırakmış olsalardı, bittik demekti. Kısacası bizim 1914’te Birinci Cihan Harbi’ne girmemiz bence katiyen zaruri idi.”[21]

 Analar Çocuklarının Kulaklarına Onun Adını Fısıldayacaklardır
Sonuç olarak İsmail Enver ismi, bütün saptırılan gerçeklere rağmen güneşin balçıkla sıvanamaması misali, aslında gerçeğin ne olduğunu, gözler önüne sermektedir. Zamanın tilki politikacılarından Churchill’in Paşa’nın pilot olan oğlu Ali’ye söylemiş olduğu; “Evlat, senin baban benim politika hayatımı yirmi yıl geriye attı”[22] yine Avrupa’nın Türk devlet yöneticilerine, “Akıllı, uslu olun, Enver gibi olmayın!” ifadeleri bile Paşa’nın adındaki büyüklüğü bize gösterir.

Şehid-i Ala ve Gazi-i Namdar Enver Paşa, Türkistan’da katılmış olduğu Basmacı harekâtında da büyük yararlılıklar göstermiştir. Buhara Emiri ünvanı ile Şehit olduğu tarihte Türkistan’da dünyaya gelen birçok bebeğe onun ismi verilmiştir. Ardından birçok methiyeler, destanlar yazılmıştır. Şu an Türkiye ve Azerbaycan başta olmak üzere Orta Asya’daki Türk devletleri varlıklarını Enver Paşa’nın vermiş olduğu soylu mücadeleye borçludurlar. Makedonya dağlarında başlayıp Çeğen Tepesi’nde 4 Ağustos 1922’de son bulan şanlı mücadele dolu hayatı, “Zaten mukadder olan ölümden korkarak köpek gibi yaşarsak hem geçmişlerimizin, hem de geleceklerimizin la’netlerine müstahak oluruz. Hâlbuki kurtuluş içün ölmeyi göze alırsak hem biz, hem de bizden sonrakilerin hür ve bahtiyar olmasını temin etmiş oluruz.” diyerek taşımış olduğu Türklük bayrağını hep daha ileriye götürmeğe çalışmakla geçmiştir. O, Milleti için yaşamış ve milleti için son nefesini vermiştir. Yıllardır değeri, biz yeni nesil tarafından anlaşılamamış olan bu Turan Yürekli Yiğit elbet gün gelecek, tarih içerisindeki hak ettiği yeri alacaktır ve Cemal Kutay’ın da dediği gibi; “Analar çocuklarının kulaklarına onun adını fısıldayacaklardır.”
haver-i İslamdan küffar kâbusun.
Mesacidden dilerdi Rus asa öz nehs nakusun,
Güneşden parlak âmâlın olup Şark ehline ezher,
Yaşa, ey gazi-yi azam, yaşa, ey muhteşem Enver!


1 Eylül 2014 Pazartesi

Zamanın Döngüselliğinde Sömürgecilik Sosyolojisi

Zamanın Döngüselliğinde Sömürgecilik Sosyolojisi  Disiplinler arası bütün bilimler gibi sosyoloji bilimi de toplumu ilgilendiren her alanda bir tür temel ve başat bir açıklama içermesi bakımından her zaman incelemeye değer bir alan olmuştur. Kapitalist düzlemin içsel dinamiklerinin ve artık ürüne el koyma şeklinin dönüşümlenmesiyle, ülkelerin sömürgeleştirilmesi ve ulusların karşıtların birliği ilkesinde çıkar ilişkilerine girmelerine neden oldu. Özellikle sömürgecilik meselesindeki dinamiği kendi içsel araçlarıyla anlamaya çalışmak konusunda, sosyoloji farklı bir bakış açısına sahip olması bakımdan ve değerlendirme yapabilmek için araştırılan öznenin niteliksel çerçevesini çizmesi açısından incelenecektir. Sosyolojinin yapı ve özne arasındaki ilişkiyi inceleme metodolojisi üzerinden sömürgecilik sosyolojisinin bileşenlerini yeniden anlamlandırma ve sömüren sömürülen arasındaki çatışma ve travmatik ilişkiyi bir bitiş hali olarak değil de bir durum ve oluş halinde incelemek bu çalışmanın amacıdır.

Zamanın Döngüselliğinde Sömürgecilik Sosyolojisi
Sömürgeciliğin sadece iktisat üzerinden temellendiği ve ekonomik tabanlı tanımlamalarda ve açıklama girişimlerinde, başroldeki öznenin bulunduğu toplum ve bu topluma özgü dinamikler göz ardı edilmektedir. Özellikle batılı ülkeler için sömürge ülkelerin bir ham madde ve pazar niteliği taşıması sömürü kavramının içeriğinin iktisadi nüvelerle doldurulmasına neden olmuştur. Aslında dünyanın birçok yerinde sömürge hareketleri görülmesine rağmen batılı ülkeler (sömürgeci kapitalizmin öncü güçleri) için bu sömürme hali de maskelenmiştir. Batılı ülkeler için sömürme ya da kolonizasyon durumu sömürge ülkelerin gelişimi ve kalkınması için atılan bir adım olarak gösterilir. Hatta bu süreç “yabancı sermaye girişi” olarak adlandırılır. Zaman zaman bu sömürme toprak üzerinden yapılırken bazen de emek ya da piyasanın kendisi olabilmektedir. İlk olarak iktisadi bir neden olarak sömürünün başlaması daha sonradan psikolojik, ekonomik, kültürel, politik ve hatta sosyolojik olanın yıkılıp yerine daha yeni daha “gelişmiş” sistemlerin getirilmesiyle devam eder ve bu süreç sürekli kendini yenileyerek bir sonraki aşamaya geçer. Sömürgecilik sosyolojisi tıpkı Machiavelli’nin her şeyi “kadın” olarak görmesindeki sebebin karmaşıklıktan kaynaklanması gibi sömürgecilik sosyolojisinin kozmolojisi de bu denli kompleks bir yapıdadır.
Modern zamanda, özellikle zamanın enstantane ilerleyişi ancak kozmik zamanın ise değişmediği, zamanın geniş kavranışından içine sıkışılan bir algılanışa dönüşümlenmesi zamanın içinde kaybolmaya ve aynı şekilde de yetişme problematiğine evrilmektedir. Zaman, uzam ve kültür bütünleşmesinde oluşan bu eş zamansızlıkta lineer zamanın değişmesi sosyolojik açıdan da sömürü gibi örtülü bir kavramın sadece biçimlenişini değiştirmiştir. Artık sömürge ülkeler zamanın döngüselliğinde değişim dinamiklerini değil de sürekli sömürünün nasıl gerçekleşeceğine odaklanmışlardır. Sessiz varlığın iç çekişi olarak sömürülenin duyguları ise kapitalizmin sadece emeği değil artık ruhu da istemesinin çokluğunda sömürünün görünürlüğünü görünmez kılmıştır. Sömürge sosyolojisi ne kapitalizmle özdeş görünüyor ne de ondan tamamıyla bağımsız ve kurtulmuş görünmektedir. Paradoks halde bulunan sömürge sosyolojisi, olan şeyin biricikliğini de isyan ve umut çağında figüratiflikten deneyime aktarmaktadır. Sömürgenin yarattığı görünür eşitsizlik ise bu sırada kendi kodlarını üretmeye devam etmektedir.
Sömürü ve Sömürgeciliğin Ne’liği ve Kim’liği
Sosyal bilimler çerçevesinde kavram tanımlamanın dayanılmaz ağırlığı bütünselliğinde sömürü, sömürmek ve sömürgecilik sınıf mücadelelerinin tarihsel belirleyicileri olarak ele alınmaktadır. Bu anlamda sömürgeciliğin oluşumu tarihsel bir süreci kapsamaktadır. Sömürü olgusunu, kapitalizmin egemen bir sistem olarak işlediği çoğu ülkede görülebilmektedir. İnsanların dinsel, kültürel, sosyal, ekonomik ve politik olarak sömürülmeleri sadece onların bulundukları toprak parçası ile sınırlı olmamakta kapitalist üretim koşullarının olduğu her yerde, toplumun her şekilde sömürülmesi kaçınılmaz olmaktadır. Sömürünün biçimsel boyutundan çok sosyolojik boyutu analiz edildiğinde genel olarak sömürünün çıktısı, toplum ruhunun biçimlenmesi olarak kurumsallaşmaktadır.
Tarih boyunca, imparatorluklar kendilerini korumak için önce ordular kurmuş, daha sonra da kendilerini korumak yeterli olmamış, yeni fetihlerin peşine düşmüşler ve sömürgeler elde etmişlerdir. Bir başka deyişle, bu güçlü, batılı imparatorluklar kendilerinden “daha az medeni” olduğuna inandıkları Doğulu ülkelere medeniyet getirmek adına sömürgeler kurmuşlardır. Sömürgecilik, yabancı bir toprağın işlenmesini ve oraya göçmenlerin yerleşmesini içerir. ‘Sömürge’ (koloni) terimi bu bağlamda kullanımı eski Yunan dönemine kadar uzanır. Sömürgecilik dönemi, yeni topraklarda, orada zaten var olan toplulukların düzenini bozarak ve üzerlerine yeni topluluklar inşa ederek oluşma sürecidir ve bu süreç, ticaret, kazanç, savaş, soykırım, pazarlık,  köleleştirme ve isyanları da beraberinde getirir (Cambaz, 2008: 8). Kolonyalizm üzerine önemli çalışmaları bulunan Ania Loomba ise Latince “colonia” (çiftlik, yerleşke) sözcüğünden türetilmiş olan “kolonyalizm” (sömürgecilik) kelimesinin anlamındaki muğlâklığa dikkat çeker. Ona göre bu şekilde yapılmış olan bir tanım “…farklı halklar arasındaki bir karşılaşma ya da fetih ve tahakkümü çağrıştıracak herhangi bir imayı kolonyalizm sözcüğünden boşaltmış” olmaktadır (Öztürk, 2012: 45). Sömürgecilik karşıtı (anti-kolonyal) ve sömürgesizleştirici çabaların önde gelen önemli yazarları arasında olan Aimé Césaire ise, sömürgeciliğin tanımını yapma girişiminde, bu kavramın ne olmadığı üzerine yoğunlaşmıştır. Sömürgeciliğin ne İncil’i öğrenmek, ne hayırsever bir girişim, ne cehaletin, hastalıkların ve tiranlığın sınırlarını geriletme arzusu, ne Tanrının yüceltilmesi için üstlenilen bir proje, ne de hukuk düzenini genişletme çabası olduğunu savunur. Önce sömürgeciliğin sömürgeciyi nasıl medeniyetten çıkardığını, tam anlamıyla onu nasıl vahşileştirdiğini, alçalttığını, gizli içgüdülerini, açgözlülüğünü, ondaki şiddeti, ondaki ırksal düşmanlığı ve ahlaki alçaklamayı nasıl uyandırdığını incelemiştir (Césaire, 2007).
Hiçbir kolektivitenin tek tek bireyleri belirleyemediği, çoklukta birlik ya da birlikte çokluk denilen, zamanı iç içe geçiren ve her bireyde farklı olan/algılanan zamanı anlamlandırma sürecinde sömürgecilik sosyolojisinin de kendini inşa ettiği ve üzerinde yükseldiği öğeler dönüşmüştür. Hayatın akışının çatışma ve çarpışma alanı içinde kodlanması ne Çiçero’nun erdemi ne de Medici’nin Plâtonculuğu arasında değildir. Kültürün üretildiği bir atmosferde sömürü süreci de travmatik bir melankoliye dönüşerek hala bir süreci işaretlemektedir. Sosyolojik dönemeçler de tam da sömürgeciliği söylemsel inşaların ötesinde açıklamaya çalışır. Değişim motorlarını inceler ve yeni yapılanmaları sömürgecilik bağlamında içselleştirir. Sosyolojik enstrümanların sömürgeler tarafından mekanik bir şekilde değil de stratejik bir biçimde kullanılışı, sömüren ve sömürülen arasındaki diyalektik tahayyülü de fetişleştirmiştir.
Pierre Bourdieu’nun Gözlüğünden Sömürgecilik Algısı
Sömürgeciliğin görünmeyen yüzünde köklenen sosyoloji ile anlamlandırılmasında ise Bourdieu’nün vurguları önemlidir. Bourdieu’nün asıl derdi aslında değişim dinamikleri değil de sömürgeciliğin nasıl sağlandığı konusudur. Bu bağlamda kültürel dolayımlarla değil de meseleyi karşıtlıklar üzerinden ele almıştır. Sömürgelerin ve dolayısıyla da sömürenlerin bile kendi aralarında niceliksel ve de niteliksel farklılıklar içermesi ve bu arada oluşan her türlü ilişkiselliğin iktidardan bağımsız olamaması durumu ise hegemonik olan normu oluşturmaktadır. Habitus kavramı ile özdeşleşen Bourdieu özellikle eşitsizliklerin sürdürülebilirlik meselesi üzerine yoğunlaşmıştır. Tek taraflı işlemeyen sömürgecilik, kendisini yaşamın dinamiklerinde pratikler ve bunu yeniden kurar. Bu durumdaki deneyim ise sadece dış dünya ve maddi gerçeklik ve de onunla ilişkilenme biçimimizde önemliyken toplumsal olanı anlamak ve anlamlandırmakta eksik kalmaktadır. Siyahlığın sadece beyazlık ile girdiği ilişkide temsil aracılığı ve de ilişkisellikle üretildiğinin maddi ve teknik temellerini öznenin nesneyi değil de özneyi üretmesi olarak algılanabilir. Yine Bourdieu ile vücut bulan düşünümsellik kavramı da öznenin ya da bireyin içinde örtük olarak bulunan toplumsal olma halini ve çokluğu yanılsamadan gerçekliğe evrimleyen bir kavram olarak ele alınır. Bu açıdan kültürel araçlar ve bunun her türevi kendini yeniden üretmeyi amaçlayan sömürenin kendisi tarafından kullanılan ve gerçekliği yanılsamaya dönüştürürken örtüleyen söylemsel bir inşadır.
Bourdieu 1930 yılında Fransa’nın Béarn taşrasında dünyaya gelmiş ve eğitim hayatının bir bölümünü burslu okuduktan sonra 1958-1960 yılları arasında asistanlık görevliyle bulunduğu Cezayir, Boudieu’nün bütün eserlerinde bir çerçeve oluşturmuştur. Özellikle Cezayir’in savaş ve sömürgecilik döneminde gerçekleştirdiği çalışması olan  L’Esquisse D’une Théorie de la Pratique, Précédée de Trois études D’éthnologie Kabyle (1972) Bourdieu’nün metodolojik anlayışının teori ve pratik bütünlüğünde temellendiğini göstermekte ve etnolojik bir yapısal çerçeve de çizmektedir. Cezayir’in bu şekilde konumlanışında salt sosyolojik yapı ile değil bu durumun sonucunda gelişen algıları da incelemesi Habitus kavramının da inşasını oluşturmuştur. Cezayir tecrübesi sırasında ayrıca sömürge ilişkilerini oluştuğu mekânda gözlemleyebilmiş olması Bourdieu idealizmininin sömürgecilik düzlemine taşınmasını olası kılan bir neden olmuştur. Özellikle simgesel şiddet anlatısında bu özgüllüğü görmek mümkündür.
Simgesel şiddetin özelliğini egemenlik ve boyun eğme ilişkilerinin sevgi ilişkilerine, iktidarın karizmaya ya da duygusal bir hoşnutluk yaratabilecek bir cazibeye, yani gönüllü bir sömürü ilişkisine dönüşümlenmesi olarak algılar. Bu kabul ettirme sürecinde de iktidarın elinde bulundurduğu baskı araçlarının simgesel sermaye olduğu ve sürecin kültürel sermaye üzerinden işleyen bir durum olduğunu iddia eder. O’na göre yumuşak sömürü ilişkileri incelendiğinde egemenlik altında olanın, sömürülenin, sömürüde bulunana duyduğu sevgi ya da görece hayranlıkla yaptığı katkıları da içinde barındırmaktadır. Bourdieu’nün dönüşen politika anlayışını ve politikadan kaynaklanan güç ilişkilerini ele aldığı bu durum, fikirlerindeki Weber etkisini göstermektedir. Bourdieu’nün düşünsel üretiminde sınıflar arasındaki çatışmayı açıklayabilmek için çatışma alanları belirler. Bu alanlar mevkiler arası ilişkilerden oluşur ve güce göre şekillenirler (Özsöz, 2009: 21-35).
Cezayir döneminin Pierre Bourdieu’nün sosyolojisinde gösterdiği Bildung etkisini ve Cezayir deneyimini önceleyen siyasal ve entelektüel ortamı değerlendirmek, sömürge ilişkilerini açıklamak açısından önemli bir başlangıç teşkil etmektedir. Sömürge otoritelerinin Cezayir coğrafyasına müdahaleleri, öncelikle buraya yerleştirilen Fransızları göz önüne almıştır. Örneğin, bu bağlamda Soustelle döneminde kurulan Toplum Merkezleri (Centres Sociaux) yerli halkla, sömürgeleşme sonrası yerleşen nüfus arasındaki duvarları indirmeye yönelik bir girişim olarak görülebilir. Sömürge yönetiminin Ulusal Kurtuluş Ordusu (ALN, Armée de Libération Nationale) etki alanını daraltmak için başvurduğu köy boşaltmalar ve kimi zaman da savaş koşullarından yılan köylülerin kendi istekleriyle göç etmelerinin kentlerin çeperinde yarattığı “kökünden koparılmış” yığınlar, daha sonra Bourdieu ve çalışma arkadaşlarının araştırma evrenlerini oluşturacaktır. Özellikle Bourdieu, bu halkların azgelişmişliklerinin sürdürülmesinde, sömürge yönetimlerinin rolünü vurgulamıştır. Gerçekliği dikkate almayarak ve direnişe aldırmayarak kendi idari ve hukuki normlarını dayatan sömürgeci yönetimin müdahalelerinin hızı ve sertliği özellikle kırsal kesimde geniş çaplı bir kültürsüzleşmeye (déculturation) neden olmuştur. Bourdieu sömürgeleşmeyle birlikte gelen yıkım ve yeniden yapılanmanın yasalarını da açıklamıştır (Gülsoy, 2012: 6-11).
Sömürgeciliğin görünmeyen yüzünde dinî ve millî değerleri, aile yapısını, örf ve âdetleri yok etmeye çalışarak her türlü sosyal, siyasî ve kültürel yapıları, üretim ilişkilerine dayandırarak mânevî değerlerin olmadığı bir toplum yaratılmaya çalışır. Evrensellik, ilericilik, eşitlik gibi sloganlarla ve içi boşaltılmış yeni kavramlarla nesillerin, sosyal değerlerinden, örf ve âdetlerinden, milletinden, tarihinden uzaklaşarak toplumuna yabancılaşmasına, toplumunu hakir görmesine ve millî kimliğini, yitirmesine neden olurlar. Bu bağlamda sömürgeci güçlerin kendi değerlerini benimsetmekte en çok kullandıkları vasıtalar ise, kitle haberleşmesi ve eğitim müesseseleridir. Böylece toplumu yücelten ahlâkî değerler, normlar ve yüksek idealler kitle haberleşme vasıtalarının tahribatına maruz kalan ülkelerde yaptırım güçlerini yitirirler. Kitle haberleşme vasıtaları, değerlerin yıpratılmasında ve yayılmasında son derece etkili araçlardır. Eğitim de değerlerin korunması ve gelecek nesillere aktarılmasında ne kadar önemli ise, değerlerin bozulmasında da o kadar önemli bir role sahiptir. Sömürgeci devlet, her türlü aracı kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalışırken gerçek hedeflerini ise her zaman gizleme ve kurgulama peşindedirler. (Çavdarcı, 2002: 77-78).
“Homo Homini Lipus” Biricikliğinde Kendini Yiyen Batılı
“Kendi kendini yiyen Batılı” kendi içindeki ötekileri tükettikten sonra, keyfi bir şekilde toprakları dışındaki ötekini inşa edip işaretlemiş ve içindeki ötekileri yok ederken kazandığı tecrübeyle profesyonel bir şekilde köleleştirme ve sömürgecilik pratiklerine başlamıştır. Çıraklık döneminin sınavını kendi sınırları içinde geçen ve “gelecek beş yüz yıl için dini ve insani sınırlarını belirleyen” Batı zihniyeti, ustalık döneminde Asya, Afrika ve Amerika kıtalarına yayılarak sömürgeler kurmaya başlamışlardır (Öztürk, 2012: 45). Sömürgeciliğin 3G’sinde “Tanrı, Altın, Zafer” sloganında birincinin “Tanrı” olması, din kisvesi altında yapılacak olan sömürgecilik ve köleleştirme pratiğini meşrulaştırma ve sömürge siyasetine bir şekilde dâhil olanları sürecin ve işleyişin meşruiyetine ikna çabası gibi gözükmektedir. Sömürgeciliğin ve köleleştirmenin gerekçesi (Batılı zihniyetin iddiasına göre) dinsiz, barbar ve yamyam olan halkları Hıristiyanlaştırmak ve barbarlıktan, hayvanlıktan insan seviyesine çıkarmaktır (Öztürk, 2012: 49). Ancak aslında kendi barbarlıklarını ayna tutarak saklamaya çalıştıklarını Césaire “Sömürgeciliğin Bumerang Etkisi” olarak ele alır. Hiç kimse masum amaçlarla sömürgeleştirilmez, sömürgeleştiren hiç kimse de bunun bedelini ödemekten kurtulamaz, sömürgeleştiren bir ulus, sömürgeleştirmeyi ve zoru meşrulaştıran bir ulus, zaten hasta bir medeniyettir; aynı zamanda da ahlaken sakatlanmış bir medeniyettir. Sömürgecilik, en medeni adamı bile insanlıktan çıkarır, yerlilere duyulan nefret üzerine kurulan ve bu nefret aracılığıyla meşrulaştırılan sömürgeci faaliyet ve sömürgeci fetih, kaçınılmaz biçimde onu üstleneni dönüştürmeye yönelir, sömürgeci de vicdanını yatıştırmak için diğer insanı bir hayvan gibi görme eğilimi içine girer ve kendini ona hayvan gibi davranmaya alıştırır ve nesnel olarak en son kertede bizzat kendisini bir hayvana dönüştürmeye yönelir (Césaire, 2007).
Çoğunlukla şiddetin savunucu olarak resmedilen Frantz Fanon “Siyah Deri Beyaz Maske” eserinde ise sömürgeciliğin sömürge halkı üzerindeki psikolojik sonuçlarını analiz etmeye çalışmıştır. Sömürgesizleştirme sürecini sosyolojik, felsefi ve psikiyatrik açılardan analiz etmiştir. Sömürge insanın yaşadığı iki dünya ya da ikilem arasında hissettiklerine psikolojik bir temel kazandırarak Beyazların kendilerini Siyahlardan üstün görmesi ve buna karşılık ya da paralel olarak da Siyahların Beyaz olma hayali üzerine durmaktadır. Siyah insan varoluş kavgasını, bireysel ve toplumsal her iki düzlemde birden sürdürmek zorundadır. Siyah insan içinse bu durumda tek bir kader belirlenmektedir: Beyaz olmak (Fanon, 2009).
Küreselleşme Yanılsamasında Sömürgecilik Gerçekliği
İçerisinde bulunduğumuz 21. yüzyılda, önceki dönemlere nazaran etkisini arttıran küreselleşme olgusu serbest piyasa akımı ile birlikte daha da hız kazanır hale gelmiştir. Yaşanan bu oluşum içerisinde gelişmiş ülkeler; kapılarını rekabete açarak devlet-ekonomi ilişkilerinde yeni adımlar atmaya başlamışlardır (Ener ve Demircan, 2006: 197). Bu açıdan bakıldığında küreselleşmenin yarattığı ikilikler ve karşıtlıklar bir belirsizliğe neden olmakta ve aynı zamanda da yöneten-yönetilen ilişkisini de kökten değiştirmektedir. Kapitalizmin kendine içkin ve özgül dinamiklerinde, yeni kapitalizmin (örgütsüz kapitalizm) kaotik evrenini oluşturan sömürgecilik, özellikle sömürü ilişkilerinin bireyin kişilik ve karakter yapıları üzerindeki yıkıcı etkilerinin, katı/bürokratik yönetim alanlarından hiç de geri kalmadığı bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Yeni kapitalizm, risk, esneklik, tanımsız işler, yersizlik, seyyaliyet, geçicilik, süreksizlik, yüksek endişe ve kaygı üreterek, bir bakıma farklı bağlamlara içkin esnek siyasetler geliştirerek, eski kapitalizmde olduğu gibi özelde şirket kârlarını arttırmaya yönelir. Bu açıdan yeni kapitalizm, sömürünün esnek ve örtülü yüzü ile toplumları yüzleştirir, yarar kaygısı altında hızlı kâra ulaşmanın sofistike altyapısını kurar. Bu sistem, aslında, emek, işçi, toplum, erdem ve ahlâkilik gibi kavramlara dair bildik içerimlerle oynar, onları dönüştürür ve kapitalist isterlerin kontrolüne alır. Bu çerçevede, emek ucuzlaştırılır ve rekabete tabi kılınır, çalışanlar üzerinde dolaşan tehditkâr bir yedek işsizler ordusuna da aynı zamanda işaret eder (Aytaç ve İlhan, 2008: 191). Özellikle, batılı modernliğin oluşumu on altıncı yüzyılla birlikte gündeme gelen coğrafi keşifler süreci ve bu sürecin yedeğinde gelişen sömürgecilik siyasetine dayanmaktadır.
Küreselleşme olgusu ile birlikte küreselleştirme olgusu ele alındığında sömürgeciliğin işleyişi hakkında bilgi veren daha bütünsel bir yaklaşım geliştirilebilir. Gelişmiş-zengin ülkelerin, çok-uluslu ya da ulus ötesi şirketlerin, büyük sermayenin dünyayı kendileri için sınırsız pazar ve karlarını artırmak için propagandasını yaptıkları yeni bir sömürü yöntemi, siyasal proje ya da ideolojik tahakküm aracı olduğunu ileri sürmektedirler. Küreselleştirme, bir başka deyişle yeni bir şey değildir, kapitalizmin/liberalizmin genişlemesi, derinleşmesi ve kılık değiştirerek maskelenmesini içermektedir. Marksist/sosyalist düşünsel mirasın kavramlarına yaslanılarak yeni emperyalizm veya yeni sömürgecilik olarak adlandırılır. Bu bağlamda kapitalizmin içine düştüğü krizden kurtulmak ya da krizlerini ertelemek amacıyla kapitalizmin merkezini işgal edenlerin kendi konumlarını korumak ya da tahkim etmek üzere ileri sürdükleri aldatıcı bir kavram olduğu düşünülmektedir. İfade bir metafor üzerinden incelendiğinde küreselleştirme, “Vahşi kapitalizmin 21. yüzyıla girerken ortaya çıkan yanılsamalı yüzü”dür (Şen, 2008: 151). Küreselleşen ve maskeleşen sömürü hareketleri de paralel olarak görünmez kılınmıştır.
Tüketimizm Çağında Odak Noktasının Dönüşümü
Düşmanını arayan savaş artık tüketimi tüketmeye odaklanmıştır. Medeniyetin gerilimleri kendini tüketim ile uygarlık arasında konumlandırmakta ancak oluşan baskı hiçbir zaman bitmemektedir. Yeni olan her şeyin kutsandığı bunun karşısında ise eski olan her şeyinde yaftalandığı tüketim toplumlarında modern insan eksik insandır.
Sanayi devrimi ile birlikte ortaya çıkan kitle üretimi ve buna bağlı olarak büyüyen kitle tüketimi, kitle toplumu ve tüketim toplumu tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Tüketim toplumunu, Mefisto’nun asla doyurmayan ekmeğine tamah eden bireylerden oluşan toplum olarak tanımlamak mümkündür. Tüketim, bu toplumun bireyleri için bir araç olmaktan çıkmış, amaç haline gelmiştir. Tüketime konu olan ise ihtiyaçlardan ziyade istek, arzu ve ihtiraslardır (Tatar, 2009: 89).
Eleştirel kuramcılara göre, incelenmesi gereken asıl alanlar araçsal akıl denilen ve özel olarak modern sanayi toplumunun gelişmesi sürecinde gözlemledikleri totaliter tahakküm biçimleri idi. Araçsal akıl, dünyayı ve diğer insanları nasıl sömürebileceğine bakmakta ve değerleri, bilgi ve yaşam açısından önemsiz bir role indirmektedir. Bu düşünce tarzı modern sanayi toplumunun tipik bir özelliğidir ve tahakküm yapılarıyla doğrudan bağlantılıdır (Şan ve Hira, 2011: 4). Herbert Marcuse ise “One-Dimensional Man” eserinde tüketicilik konusunda gerçek ve gerçek olmayan ihtiyaçlar ayrımından ilerleyerek, tüketim kültürünün yarattığı bireyselliğin, sömürü ve toplumsal kontrolü sağlamak amacıyla geliştirilen yarı bireysellik olduğunu savunan ilk düşünürlerdendir. Bu bağlamda Marcuse’ün temellendirdiği bu analize göre, liberal kapitalizmin devrimci çelişkisi, ileri kapitalizmin gerçek karşıtlıktan yoksun, ‘tek boyutlu’ toplumlarından uzaklaştırılmıştır (West, 2005: 97).
Bitmeyen Senfoni
İnsanlık tarihinde derin izler bırakan ve bırakmaya devam eden sömürgecilik hareketleri, Batı uygarlığının bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Modern olanın sonsuz çeşitlilikte ve aynı monotonlukta tekrarı, modern hayatla bir ara form oluşturan sömürgeciliğin dinamikleri hem gizliden ve dolaylı hem de açıktan ve direkt bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
İktisadî kaynaklara basit bir el koyma faaliyetinden ötede bir yerde bulunan sömürgecilik faaliyetleri, bünyesinde birçok gayri insanî ve gayri ahlâkî anlayış ve uygulamaları barındıran, dahası çoğunlukla son derece masum yüzlerle takdim edilen ama tarihte hep var olmuş bir psikolojik, biyolojik, dinî ve kültürel sahalara yönelik bir katliam olarak da bakılmalıdır. Avrupa tarihi yeni kıtalara taşınmakla beraber ise bir ara birbirini yiyen Avrupalıların, artık yiyecek başkalarını bulmuş olma şansını da vermektedir. Bu çerçevede sömürge ülkelerin öfemizmin verdiği tüm olanaklardan yararlanarak ve dolaylı yönetimin kurduğu yapaycılıktan maksimum etkiyi sağladıkları bitmeyen senfoni, heterojenlikte duygu ve imge “kakafoni”sine dönüşmüştür.
Kültür Politikası Biçimlenişinde Sömürge Transferi
Kültürü standardize olmaktan çok mesafe ve fark yaratma alanı olarak ele aldığımızda kavramın gündelik yaşamın pratiklerinden beslenen ve görece dokunma ve temas ile karşılaşmanın tekilliğini sağlayan bir atmosfer yaratmaktadır. Sömürgecilik politikasının yeni kalbi siber uzam ve kentsel uzamın birleştiği ve mekân ve zamanın da paralel olarak melezleştiği bir yerde yeniden atmaya başlıyor. Bu yeniyi kutsayan toplumsallıkta yen bir parantez açılıyor: Dijital Oryantalizm… Sömürgeler dışsal etkenlerin içselleşmeye başlaması ve doğrudan yönetimin dolaylı yönetimin içinde eritilmesi yeni bir zaman dilimine denk düşmektedir. Asimetrik güç ilişkilerinden beslenen sömürgecilik, sömürgelerde oluşan çatlaklardan sızarak politik angajmanı kimi zaman bu çatlakları doldurmaya çoğu zaman da yeni çatlaklar açmakta kullanmışlardır.
Sömürgeci devletlerin sömürülen topraklarda varlığını her alanda kuvvetlendirmesi, sömürgeci hakimiyetin yönetsel alanda da kendi kurdukları yapılar vasıtasıyla kendi varlıklarını yeniden üretmeye ve sürekli bir biçimde sürdürmeye devam etmektedirler (Çiner, 2012: 54). Artık “yeni” yerleşkeler üzerinde zor kullanarak ve dolaylı güç ilişkilerinden beslenerek yerleşmek yerini dolaylı yönetim kuralları ile temellendirilen“yabancı sermaye yatırımı”na bırakmaktadır.
SONUÇ
Sömürgecilik, iktisadi ve toplumsal yapı ile karşılıklı olarak dönüşümlenen bir olgu olmaktadır. İnceleme nesnesini ele alış biçimi tarihsel, ideolojik ya da mekânsal düzlemde bir değişkenlik içerse de temelde kişilik dışı bir öz taşımaktadır. Sömürgecilik sosyolojisi, öncelikle kavramsal tartışması ile birlikte niteliksel özellikleri çerçevesinde kodlanma süreci de bütünlük ve tamamlayıcılık ilkesinde işlevselleşmektedir. Bu bağlamda kendini sürekli olarak yeniden üreten ve aynı zamanda tüketen sömürgecilik faaliyetleri yeni olan her şeyi yüceltmesi bakımından da anlamlı bir bütünlük oluşturmaktadır. Yine de subjektif değerlendirmelerin objektif bir karşılığını bulmanın ve bu karşılığı yorumlamadaki parametrenin ne’liği ya da kim’liği üzerine nasıl odaklanacağı, oluşacak değerlendirmenin de nesnelliğini örtüleyeceği söylenebilir. Bu durumda, analiz ölçeği olarak hangi bakış açısına ya da siyasal ve toplumsal düzlemin getirdiği kavram setlerine hangi gözlüklerle bakıldığına göre değişkenlik ve geçişkenlik gösterecek bir şekilde ölçüt oluşturmak kendi dinamik bütünlüğü içerisinde bir öznellik taşımaktadır.
Sömürgecilik içten içe ama dışsal bir pozisyonda bir yandan demokrasiyi kutsarken diğer bir yandan Erebus’tan sufle alarak fısıltı şeklinde kendi’ni sömürge toplumlarının ruhuna ve beynine işlemektedir. Sömürgeciliğin montaj hattı etkisiyle büyülenen ve aynılaşan toplumları ise, bu anlamda köleliğin üstünde eşitlik ve demokrasi hayali kurmaya devam eder ve ettirilirler. Aynı zamanda sömürgeciliğin konumunda ve kapitalist meta fetişizmi çerçevesinde ise bu hal ve oluş durumunda yine yeni ve yeniden kendini üretmeye ve tüketmeye devam ederek kısır döngüyü devam etti          KAYNAKÇA                                                                                                                  Aytaç, Ömer ve İlhan, Süleyman, “Yeni Kapitalizmin Kaotik Evreni: Belirsizlik, Sömürü ve Ahlaki Kriz”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 1, 2008, ss. 182-210.
Bourdieu, Pierre, Karşı Ateşler, Çev. Halime Yücel, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006.
Bourdieu, Pierre, Pratik Nedenler: Eylem Kuramı Üzerine, Çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul, Hil Yayınları, 2006.
Cambaz, Şaziye, “Sömürgecilik Sonrası Batı Yazınının Çevirisinde Öteki’lik”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Mütercim Tercümanlık Bölümü Yüksek Lisans Tezi, 2008, ss. 1-132.
Césaire, Aimé, Barbar Batı- Sömürgecilik Üzerine Söylev, Çev. Güneş Ayas, İstanbul, Salyangoz Yayınları, 2007.
Çavdarcı, Mustafa, “Türkiye’de Sosyal Değerlerin Aşınması ve Kültür Sömürgeciliği”,Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2002, s. 72-89.
Çiner, U., Can, “Sömürgecilikten İşbirliğine Kamu Yöneticilerinin Yetiştirilmesi: Ulusal Yönetim Okulu- ENA Deneyimine Farklı Bir Bakış”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 45, Sayı: 4, 2012, ss. 51-71.
Ener, Meliha ve Demircan, Esra, “Küreselleşme Sürecinde Yeni Devlet Anlayışı ve Türkiye”, Yönetim Bilimleri Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, 2006, ss. 197-217.
Fanon, Frantz, Siyah Deri Beyaz Maske, Çev. Cahit Koytak, İstanbul, Versus Yayınları, 2009.
Gülsoy, N., Ökten, “Cezayir Deneyiminin Pierre Bourdieu’nün Sosyolojik Tahayyülüne Etkileri: Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu”, Sosyoloji Dergisi, 2012, Sayı: 25, s. 1-30.
Marx, Karl ve Engels, Frederick, Sömürgecilik Üzerine, Çev. Muzaffer Erdost, Ankara, Sol Yayınları, 1997.
Özsöz, Cihat, “Pierre Bourdieu Sosyolojisi ve Simgesel Şiddet”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2009, s. 11-20.
Öztürk, Ümit, “İngiliz Edebiyatında Sömürgecilik ve Kölelik- Aphra Behn’in Oroonoko veya Soylu Köle Romanı Örneği”, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2012, ss. 1-168.
Şan, K., Mustafa ve Hira, İsmail, “Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi Eleştirisi”, Politika Dergisi, 2011, ss. 1-15.
Şen, Bülent, “Küreselleşme: Anlamlar ve Söylemler”, Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 18, ss. 147-162.
Tatar, Taner, Sömürgecilik Sosyolojisi- Ders Notları, İnönü Üniversitesi, 2009, ss. 1-123.
Türk, H., Bahadır, “Türkiye’de Ulus-Devlet Formasyonunun Ortaya Çıkış Sürecini Habitus Kavramı Üzerinden Okumak”, Bilig Dergisi, 2011, Sayı: 57, s. 201-225.
Yarcı, Selman, “Pierre Bourdieu’da Sosyal Sermaye Kavramı”, Akademik İncelemeler