31 Mart 2015 Salı

sovyetler Birliği’nin Ermenistan Hesabına Türkiye’den Toprak Talebi (1945-1946)

sovyetler Birliği’nin Ermenistan Hesabına Türkiye’den Toprak Talebi (1945-1946)

Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmasından aldığı güçle Çarlık Rusyası sınırlarına ulaşmak gayreti içine girmişti. Ayrıca kendi güvenliği bakımından da Doğu Avrupa’da uydu komünist rejimler kurdurmaya başlamıştı. 

Sovyetler Birliği ayrıca o zamana kadar Türkiye’ye karşı sürdürmüş olduğu dostluk ve işbirliği politikasına da son vermiş, 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı yenilemeyerek Türkiye’ye baskı yapmaya çalışmış ve ardından 1878 Berlin Muahedesi’yle Rusya’ya verilen ve 1918 Brest Litovsk Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğunca geri alınan toprakları ve ayrıca Boğazların kontrolünü istemiştir. Sovyet Dışişleri Bakanı toprak talebini, 1921 Moskova Antlaşması’nın Sovyetler Birliği’nin zayıf olduğu bir zamanda yapıldığını, şimdi durumun düzeltilmesi gerektiğini ifade ederek açıklamış ve ayrıca Ermenistan’ın ve Gürcistan’ın toprağa ihtiyacı olduğunu ileri sürmüştür.

Bu talepler Ermenistan’da yeni seçilen Eçmiyazin Katogikosu tarafından da desteklenmiş ve ayrıca Ermenistan ve Gürcistan dahil, tüm Sovyetler Birliği’nde bu taleplerin desteklenmesi için bir basın kampanyası açılmış ve bu kampanya diaspora aracılığı ile Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde de yürütülmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede Diaspora Ermenileri 1945 yılında Birleşmiş Milletler’in kurulmasına ilişkin San Fransisco toplantısına bir muhtıra vererek “işgal edilmiş Ermeni topraklarının” Ermenistan’a geri verilmesi talebinde bulunmuşlardır[8]. 

Bu girişimlere paralel olarak çeşitli ülkelerde bulanan Ermenilerin Sovyet Ermenistan’ına gelip yerleşmesi için de bir kampanya açılmıştır. Bu kampanyanın amacı, Türkiye’den toprak alındığı taktirde, bu topraklara yerleştirilecek yeterli sayıda Ermeni Sovyet Ermenistan’ında bulunmadığından bu kişilerin diğer ülkelerden getirilmesidir.[9]. Bu kampanya sonucunda Türkiye dahil, çeşitli ülkelerdeki Ermenilerden Sovyet Rusya’ya göçenler olmuştur.

Türkiye, Sovyetlerin Doğu Anadolu’dan toprak ve Boğazların kontrolü taleplerini kabul etmemiştir. Ancak savaş sonrasında çok güçlenmiş bulunan Sovyetlere karşı ülkenin güvenliğinin sağlanması için, o zamana kadar izlenen ve bir tür tarafsızlık olarak nitelendirilebilecek olan politika terk edilerek Batılı ülkelerle işbirliği yapılmaya başlanmıştır. Truman Doktrini’nden ve Marshall Planı’ndan yararlanan Türkiye, Kore Savaşı’na katılmakla Doğu Bloğuna karşı Batılıların yanında yer almış ve 1952 yılı Şubat ayında NATO üyesi olmuştur.

Böylelikle Türkiye’den toprak alınamadıktan ve Boğazların kontrolü de elde edilemedikten başka Türkiye’nin Batılı ülkeler saffında yer alması Sovyetler bakımından büyük bir başarısızlık olmuştur. Nitekim Sovyetler, aleyhlerine sonuç veren bu politikayı Stalin’in 1953 yılında ölümünden hemen sonra değiştirmişler ve Türkiye’ye bir nota vererek Boğazlar üzerindeki iddialarından ve Ermenistan ve Gürcistan adına ileri sürdüğü toprak taleplerinden vazgeçtiklerini bildirmişlerdir. Ancak güvenliğini Batılı ülkelerin yanında yer almış olmakla sağlamış bulunan Türkiye’nin tutumunda bir değişiklik olmamıştır. 

IV. Ermeni Milliyetçiliğinin Tekrar Canlanması (1946-1973)

Sovyetlerin talepleri kabul edilmemiş olsa da bu talepler Ermenistan’da, Sovyetlerin izin verdiği ölçüde, milliyetçilik akımlarının güçlenmesine neden olmuştur. Bazı kaynaklara göre Sovyet Devlet Başkanlığı’na kadar yükselen Politbüro üyesi Anastas Mikoyan Ermeni milliyetçiliğinin canlanmasında etkin bir rol oynamıştır[10]. Diğer yandan Sovyetler, ellili yılların sonunda, muhtemelen Türkiye’nin Suriye ile yaşadığı kriz ve daha sonraları da Türkiye’nin U2 Amerikan casus uçaklarının uçuşuna izin vermesinin etkisiyle, o zamana kadar yasaklanmış olan Taşnakların faaliyetlerine bir ölçüde müsamaha etmişler [11] bu da milliyetçi akımları güçlendirmiştir.

Taşnaklar, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, diğer Ermeni siyasi partilerine karşı üstünlüklerini diasporada da korumuşlar ve Ermeni milliyetçiliğinin başlıca temsilcisi olarak Türkiye aleyhindeki faaliyetlerin odak noktasını oluşturmuşlardır.

Diğer yandan Soğuk Savaş’ın başlamasından sonra Sovyet Ermenistan’ındaki Eçmiyazin’de Katogikos’un[12] Sovyet telkin ve baskılarına açık olacağı düşüncesiyle diaspora Ermenilerinin başka dini makama bağlanması fikri gündeme gelmiş, Taşnakların gayretleri ve ABD ve başlıca Avrupa ülkelerinin teşvikiyle Lübnan’da Beyrut yakınlarındaki Antilyas’da bir “Kilikya Katogikosluğu” kurulmuş ve diaspora Ermenilerinin bir kısmı bu makama bağlanmıştır. O zamandan günümüze Kilikya Katogikosluğu Taşnakların dini alandaki organı gibi çalışmaktadır. 1991 yılında Ermenistan bağımsız olduktan sonra diaspora Ermenilerinin yeniden Eçmiyazin’e bağlanması gerekirken Kilikya Katogikosluğu faaliyetine devam etmiş, Eçmiyazin’in ruhani üstünlüğünü tanımakla beraber aslında ona rakip olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ermeni milliyetçiliğinin süratle güçlenmesinin başlıca nedeni diasporadaki Ermeni kiliselerinin, siyasi partilerinin ve derneklerinin münhasıran etnik karakteri ile açıklanabilir. Yabancı ülkelerde Ermeni kiliselerinin var olabilmesi Ermeni cemaat olmasına, siyasi partilerinin ve çeşitli derneklerinin faaliyetlerini sürdürebilmeleri de Ermeni üyeleri olmasına bağlıdır. Oysa Ermeniler, her göç eden halk için olduğu gibi, ikinci kuşaktan itibaren göç ettikleri ülkenin halkı arasında erimeye başlamışlardır. Bu, Ermeni kiliselerin cemaatinde ve parti ve derneklerin de üye sayısında azalmaya neden olmuş, söz konusu örgütlerde gelecekleri için endişeler yaratmış ve Ermenileri bir arada tutabilmek ve onlarda Ermeni bilincini yaşatabilmek için çare arayışları başlamıştır. Bulunan çare, Holokost’un Yahudilere sağladığı prestij ve İsrail Devleti’nin kurulmasında oynadığı önemli rol dikkate alınarak, 1915 tehcirinin Yahudi soykırımı ile aynı nitelikleri taşıdığını ileri sürüp bir “Ermeni soykırımı” yaratmaya çalışmak olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, tedricen, Ermeni kiliselerinde, okullarında, siyasi partilerinde ve derneklerinde Türklerin Ermenileri soykırıma uğrattıkları teması sürekli işlenmeye ve böylelikle Ermeni gençleri bir beyin yıkamaya tabi tutmaya başlamıştır. Kişilerin baba veya dedelerinin soykırıma uğradığına inanmaları ise Türklerden intikam almak fikrini doğurmuş ve ayrıca büyük Ermenistan’ın kurulması hayallerini canlandırmıştır. 

Böylece Ermenilerin Türkler tarafından soykırıma uğratıldığı iddiası diasporada yeniden Ermeni bilincinin oluşmasına yardım etmiş ancak diaspora Ermenilerini ortak kültürel değerleri temelinde değil yapay olarak yaratılan bir düşmana, günümüz Türkiyesine karşı birleşmelerini sağlamıştır. 

Yukarıda değindiğimiz “beyin yıkama”nın Türklere karşı beslenen duygular bakımından Ermeni kuşakları arasında farklar yarattığı görülmektedir.

Tehcire tabi olmuş bulunmasıyla, mantıken, Türklerden en fazla yakınması gereken birinci kuşak Ermenilerinin, aşırı olanları hariç, Türkleri bir bütün olarak suçlamadıkları, tehcirden sorumlu tutulan kişilere karşı olumsuz duygular benimsedikleri, ayrıca genellikle Türklere karşı bir yakınlık duydukları görülmektedir. Bunun en iyi kanıtı 1954 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ABD’ye yaptığı resmi ziyaret sırasında Kaliforniya’ya gidince Türkiye’den göç eden Ermenilerin “Cumhurbaşkanımız geldi” diyerek kendisine çok büyük ilgi göstermeleri ve hatta Bayar’ın ziyaretinin bu eyaletteki tanıtım faaliyetini üstlenmeleridir.[13] 

İkinci kuşak diaspora Ermenilerine gelince onlar göç edilen ülkede doğmuşlar ve orada eğitim almışlardır. 1915 olayları ile ilgilerinin anne ve babalarının anlattıklarından ibaret bulunması gerekir ve o itibarla da, normal olarak, Türklere karşı duygu ve davranışlarında daha ılımlı olmaları beklenir; oysa, yukarıda değindiğimiz “beyin yıkama” ikinci kuşağın, anne ve babalarından daha fazla Türklere karşı olumsuz hisler beslemelerine neden olmuştur.

Üçüncü kuşak ise bulundukları ülkenin koşullarına tamamen uymuştur. Artık çoğu Ermenice dahi bilmemektedir. 1915 olayları onlar için çok uzaktadır. O nedenle de Türklere karşı bir tür tarafsız bir tavır sergilemeleri normaldir. Oysa, Ermeni kiliseleri siyasi partileri ve derneklerinin artık etkili olarak uyguladıkları beyin yıkama sayesinde tamamen tersine bir durum mevcut olup Türklerden en fazla nefret edenler, çoğu yaşamları boyunca bir Türk bile görmemiş olan üçüncü kuşak Ermenileridir. Nitekim Türk diplomatlarının katilleri bu kuşak arasından çıkmıştır.

Sonuç olarak diaspora Ermeni kuşaklarının Türkiye’ye karşı duygu ve tutumlarının tersine orantılı olduğu görülmektedir. 1915’ten uzaklaştıkça kin ve nefret duyguları azalması gerekirken artmaktadır. Bu psikolojik yönden doğal olmayan bir durumdur[14] ve ileride Türkler ve Ermeniler arasında bir uzlaşmaya varılmasının önündeki en büyük engeldir.

Ermenistan’da milliyetçiliğin yeniden belirmesinin ilk meyvesi Erivan’da sözde soykırımın 50. yıldönümünde Erivan’da yüz binleri bir araya getiren büyük anma törenleri yapılması olmuştur. Ayrıca 1967 yılında ise Erivan’da bir Ermeni soykırımı anıtı törenle açılmıştır. Bu olaylar Ermeni diasporasında o zamana kadar pek görülmeyen Türkiye ve Türkler karşıtı duyguların güçlenmesine, bu da 1915 tehcirini bir soykırım olduğunu kabul ettirmeyi amaçlayan faaliyetlerin büyük ölçüde artmasına neden olmuştur. 

Yeniden güçlenen Ermeni milliyetçiliği 1970 ve 1980’lerde 32’si Türk diplomatı ve yakınları olmak üzere toplam 70 kişinin canını alan Ermeni terörünü yaratmıştır. 

Soykırım iddialarının diaspora Ermenilerinin milli bilincinin korunması yanında bazı siyasi amaçlara hizmet etmek için de ortaya atılmış olduğu görülmektedir. Bu amaç, Türkiye’den tazminat almak ve Doğu Anadolu’dan bazı toprakların Ermenistan’a verilmesini sağlamak olarak özetlenebilir. 

Bu bağlamda diaspora Ermenilerinin ve özellikle Taşnakların Türkiye’ye karşı dört aşamalı bir strateji izlemeye çalıştıkları gözlemlenmektedir [15].

1. Birinci Aşama 1915 tehcirinin aslında bir soykırım olduğunu dünya kamuoyuna duyurmak ve buradan gelecek baskının etkisiyle çeşitli ülkelerin ve bazı uluslararası kuruluşların Ermeni soykırımını resmen tanımalarını sağlamak.

Aralıksız devam eden Ermeni propagandasının ve Ermeni iddialarını duyurmayı amaçlamış olan Ermeni terörünün etkisiyle, özelikle Batılı ülkeler kamuoyunda, Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı içinde Türkler tarafından soykırıma uğratıldığına dair bir kanı yerleşmiş bulunmaktadır.

Ermeni soykırım iddialarının bazı ülke ve uluslararası kuruluşlar tarafından tanınmasına gelince, aşağıda açıklayacağımız gibi, şimdiye kadar 17 ülke parlamentosu ve bir uluslararası kuruluş bu tanımayı yapmıştır.

Buna göre Ermeniler dört aşamalı stratejinin halen ilk aşamasında olup tüm gayretlerini “soykırımı” tanıyan ülke ve uluslararası kuruluş sayısını arttırmak noktasında yoğunlaştırmışlardır. 

2. İkinci Aşama 1915 tehcirin bir soykırım olduğunun Türkiye tarafından kabul edilmesi ve Türkiye’nin bu hususta Ermenilerden özür dilemesidir.

Ermeniler, sözde soykırımı tanıyan ülke sayısı artarsa ve özellikle bunlar arasında ABD ve diğer büyük devletler bulunursa Türkiye’nin sözde soykırımı resmen tanımak mecburiyetinde kalacağı kanaatindedir. Oysa Türkiye’de, soykırım iddialarını tanıyan ülkelere karşı kamuoyunda gösterilen büyük tepki, TBMM Ermeni iddialarına karşı kesin tutumu ve birbirini izleyen Türk Hükümetlerinin de bu iddiaları reddetmesi Türkiye’nin böyle bir tanımayı yapmasını beklemenin gerçekçi olmadığını göstermektedir. 

Halen Türkiye’de 1915 tehcirini bir soykırım olarak gören bir siyaset adamı yoktur. Buna karşılık son yıllarda bazı yazar ve bilim adamlarının soykırım hakkındaki Ermeni iddialarını benimsediği ve savunduğu görülmektedir. Ancak bu kişilerin görüşleri büyük tepki toplamakta olduğundan kamuoyu üzerinde kayda değer bir etki yaratmamaktadır [16]. 

3. Üçüncü Aşama “soykırıma” maruz kalan kişilere veya onların mirasçılarına Türkiye tarafından tazminat ödenmesidir.

Bu konuda göz önünde bulundurulması gerekli olan husus, soykırımı tanımanın doğrudan sonucunun tazminat ödenmesi olduğudur. Zira, zarar verenlerin (bir ulusu soykırıma tabi tutanların) o zararı tazmin etmeleri, her ülkenin kanunları arasında yer alan bir hukuk kuralıdır. Diğer bir deyimle, soykırımı tanımak ama bunun için tazminat ödememek, ilke olarak, mümkün olmayıp bu ancak karşı tarafın tazminat hakkından vazgeçmesi ile gerçekleşebilir.

Tazminat konusunda bilinmesinde yarar olan bir diğer husus Ermenistan Devleti’nin, 1915 yılında mevcut olmadığı için, kendi adına tazminat talep edemeyeceğidir. Bu bizzat başkan Koçaryan tarafından bir Türk gazetecisine ifade edilmiştir[17]. Lozan Antlaşması’na göre ise kişilere tazminat ödenmesi mümkün değildir. Ancak Türkiye “soykırımı” tanırsa kendi rızasıyla tazminat ödemesi talepleriyle karşılaşacaktır. 

4. Dördüncü aşama ve son aşama Doğu Anadolu’dan Ermenistan’a toprak verilmesidir.

Bu konuda ilk önce dikkate alınması gereken nokta, yukarıda da izah ettiğimiz gibi, Ermenistan’ın Türkiye’den toprak istemek için hukuksal bir dayanağı olmadığıdır. Başkan Koçaryan da bu hususu teyit etmiştir[18]. Hukuksal dayanaktan yoksun olmanın yanında Ermenistan böyle bir talebi askeri yönden destekleyecek durumda da değildir ve öngörülebilir bir gelecekte böyle bir olanağa kavuşması da beklenmemektedir. Son olarak, Ermenistan’ın nüfusu devamlı azaldığından ve diaspora Ermenileri de Ermenistan’a gelip yerleşmediğinden Türkiye’den alınması düşlenen topraklara iskân edecek Ermeni de bulunmamaktadır.

Kanımızca Ermenilerin Türkiye’den olan taleplerinin hiçbiri gerçekçi değildir. Toprak talebi için ise fantezi demek daha doğrudur. Herhalde bu husus diaspora Ermenileri tarafından da biliniyor olmalı ki toprak talebinden gitgide daha az söz edilmektedir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder